Bizim Araflar
...bağımsız yayın organım
Tuesday, May 31, 2016
Üç Bölü Dört Buçuk Milyar
Sunday, September 14, 2014
Konseptşın
Sunday, April 20, 2014
Çörek Otu Yağı
Sunday, July 14, 2013
Karmaşanın En Karmaşık Anlatımı
Referans: Shelley E. Taylor, Letitia Anne Peplau, David O. Sears, “Sosyal Psikoloji”, Çev: Ali Dönmez, İmge Kitabevi, 2007.
Sunday, April 07, 2013
Paraşüt
paraşütle atlamak
sonsuzluğu ciğerlerinize çekmek, yaşamın farkındalığının farkına varmaktır. yıllardır teknolojik travma içinde bulunan günümüz insanı bir masa çevresinde ya da dört duvar içinde kısıtlı özgürlüğünün esaretini çekmektedir. oysa ki endüstri devriminden önceki insan yaşantısı kapital olarak sınırlı ama yaşamsal etkinlikler için sonsuz idi. gelecek kaygısı ile kendimizi, çevremizi ve çocuklarımızı yaşamın zorunlu çarklarına zincirlerle bağladık. hangimiz kuşlar gibi gökyüzünde saatlerce uçmak, derinliklere süzülmek istemedik ki. belki buna fırsatımız olmadı ama ne kadar bağlayıcı gereksiz oluşumlara saatlerimizi ve günlerimizi esir ettiğimizi düşündük mü. şimdi uğruna kavgalar verdiğimiz, sınırlarıyla birbirimize düşman kesildiğimiz toprak parçasının üstünden geçerken neler düşünmeyiz ki...(alıntı: http://eksisozluk.com/entry/20324326)
---
Tehlike: Ülkenin bölünmesi
Durum Özeti:
Ara Sonuç 1: Adları Kürt olan ve doğuştan niteliksiz bir grup insan vardır.
Ara Sonuç 2: Kürtler vatan hainidir.
Ara Sonuç 3: Barış denen şey aslında dış güçlerin oyununa gelip teröristlere prim vermektir.
Eylem: Sosyal medyada isminin başına TC koymak, "yorumsuz" yorumuyla kaynağı ve doğruluğu belli olmayan yazılar paylaşmak
Sonuç: Ülkenin bölünmemesi
---
Monday, February 13, 2012
Şizofrenik Görüşmeler Silsilesi - 1
Merhaba, çok uzun zamandır sizi okuyamamıştık.
Evet, ben de öyle.
Neden yazmıyorsunuz?
Yazıyorum. Ama size görünmez olarak. Yazdıklarımı sadece ben ve kendim görüyoruz. Ben yazıyorum, kendim okuyor. Tartışıyoruz, değerlendiriyoruz. Hatta bazen kavga ediyoruz. Öyle kalıyor.
Hangi konularda yazıyorsunuz peki? Yani bizim göremediğimiz yazılar olarak?
Günde 3 kez bağlaç olan “de” ve “ki”leri ayıramayanları yazıyorum. Onları herkese görünür yaparsam takipçi ve okuyucu sayımda ciddi bir azalış olur. Arada dayanamayıp bir şeyler söyleyebiliyorum yine de. Bir ara bakanları filan yazdım, yok şu şöyle beceriksiz, bu böyle tutarsız diye. Ama o konu da hep “abi adamlar ülkeyi mahvettiler ya, çok haklısın” ile “abi bence iyi işler yapıyorlar, ben beğeniyorum” arasında sıkışıp kalıyor. Sonra gaz kaçırınca benim karizmaya oluyor bütün olan. Sonra müzik var, iş ile alakalı konular var, ama onlar belli kitlelere yönelik yazılar.
Bu ara en çok dikkatinizi çeken şey ne internette?
Şimdi hocam, insanlar artık iskambil oynama, chat yapma gibi olayları aştılar. Artık bir Word ya da Powerpoint dosyası açıp oraya yazı yazıp, kaydedip sosyal paylaşım sitelerinde paylaşabiliyorlar. Mesela adam kalbi kadar beyaz bir sayfaya yazmış “Hepimiz Ermeniyiz diyonuz ama Atatürk ne mutlu Türküm diyene dedi. Ya, nasıl lafı koydum ama?” diye. Bunu beğenip, paylaşıp, kendi paylaştığını beğeniyorlar, sonra yorum yapıyorlar, onu da kendileri beğeniyorlar, vb diye gidiyor. Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Bembeyaz bir sayfaya büyük puntolarla ve illa ki büyük harflerle yazılmış bir mesaj kadar beni etkileyen bir şey yok. O an bütün hayatımı gözden geçiriyorum. Hatta dünyayı bu mesajların kurtaracağını düşünüyorum, bu bir devrim olabilir.
Peki insanların internetteki ruh hali nasıl sizce? Türkiye’nin gidişatına bir etkisi olacak mı sizce bu ruh halinin?
Açıkçası inanılmaz şeyler oluyor. Bazen bilgisayar başına geçip bazı kişilerin paylaşım yapmasını bekliyorum. Ahmet işten 6’da çıkar, 7’de yemek yer, 8-10 arası dizisini izler, 10-12 arası da Facebook’a girip allah ne verdiyse paylaşmaya başlar diyorum. Siyasi mesajlar, toplumsal bilgilendirme çalışmaları, aydınlanmaya yönelik çabalar, ve tabi ki biraz da gülelim, eğlenelim durumları. Orada medeniyetin simgesi bir tavır var, ve bu medeniyet gösterisine şahit oluyorum her gün. Üzerine bir de tespitler saçılıyor, işte o zaman havalara uçuyorum. Bazen kendimden geçip “İşte bu!” diye bağırıyorum, hazırola geçmiş “Türkiyem, Türkiyem, cennetim” diye şarkı söylerken buluyorum kendimi.
Türkiye’de insanlar gündemi iyi takip ediyor mu sizce?
O da ne demek? Gündemi kendileri yaratıyorlar. Mesela edebiyata olan ilgileri mi yoğun o gün? Altında Aziz Nesin, Can Yücel gibi üstatların imzası olan kalpleri kadar temiz sayfalarda mesajlar paylaşıyorlar. Bazen mesela Aziz Nesin’in kadın-erkek ilişkileri ile ilgili sözlerini okuyorum, ilginç geliyor. Demek ki diyorum, benim edebiyat konusunda çok eksiğim var. En azından mantığımı kullanamadığım için kızıyorum kendime. Mesela ünlü bir yazar, gündeme yönelik hafif kışkırtıcı bir yazı mı yazmış? Hemen 3-4 senelik arşivler taranıyor ve bilgi paylaşımında doruğa ulaşılıyor.3-4 senelik bir yazı ile bugün arasında bağlantıların kurulması olayı eskisi gibi araştırma, analiz, inceleme süreçlerini içermiyor. “Paylaş”a basmak kadar kısa artık bu süre. Eski haberleri bugün olmuş gibi yansıtmak bence gazetecilikte bir milat olacak. Bu açıdan da aşırı derecede yenilikçi bir toplumuz bence. Maaşallah.
Devam edecek...
Sunday, August 07, 2011
Friday, August 05, 2011
Manifestoculuk
Hassasiyetçilik: Ülkemizin farklı görüş ve düşünceye sahip gruplarına ait hassasiyetlerin tamamının bir liste haline getirilerek tüm kamusal ve özel alanlarda sergilenme zorunluluğuna ve bu hassasiyetlerden herhangi birine saygısızlık yapanlara yönelik "Cezası 75 TL'dir" türü ifadelerle caydırıcılık sağlanması esasına dayanır.
Terbiyecilik: Halkın yoğun olarak bulunduğu bölgelerde üç kişi kaldırımda yan yana yürümek, elini kolunu fazla sallamak, yüksek sesle konuşarak dikkat çekmek, karşı cins ile münasebette ileri gitmek, ilerlenmesi gereken yerde arkaya doğru ilerlememek, sıranın önlerine kaynamaya çalışmak gibi toplum huzurunu bozan davranışlar için terbiyeci kuvvetler vasıtasıyla hızlı ve doğrudan çözümler üretme düsturudur.
İndeksçilik: Türkiye'nin, çeşitli Dünya kuruluşları tarafından yayımlanan muhtelif indekslerde hangi Afrika ülkesinin altında kaldığı merakının sona erdirilmesi, indekslerin özel yetiştirilmiş indeks kuvvetleri tarafından takip edilmesi, bu indekslere yönelik puan kazandırıcı çalışmalarla gidebildiğimiz yere kadar gidilmesi esasına dayanır.
Ağabeycilik: Toplumun nüfus yoğunluğuna göre belirlenecek, kıraathane, boş arsa, metruk bina, mahalle bakkalı, alışveriş merkezi kafeteryası, işlek cadde restoranı türü yerlerde, akıl danışmak suretiyle gündelik sorunlara kısa ve orta vadeli pratik çözümler getirecek tok sesli ve karizmatik, 50-60 yaş civarında "ağabey"lerin konuşlandırılması yaklaşımıdır.
Jüricilik: Özellikle farklı nitelikteki insanların aynı platformda yarışmasına dayalı yetenek yarışması, iş görüşmesi, eş seçimi gibi kritik süreçlere yönelik profesyonel jüri sistemine geçilmesi ve her uzmanlık alanına göre emekli olduktan sonra 12 ay zorunlu olarak her vatandaşın bu sisteme dahil olmasını içeren sosyal mekanizmadır.
Yandaşçılık: Farklı kesimlerin özgüvenini artırmaya yönelik olarak, kariyer, eş seçimi, siyaset ve her tür sosyal ortamda yalnızlık çeken bireylere profesyonel yandaş kadrosu atanması ve kişinin eylemlerinin yandaş tarafından koşulsuz olarak sözler, jestler ve mimiklerle desteklenmesi esasına dayanan stratejidir.
Benmerkezcilik: Bir konuda deneyimlerini ve bilgilerini paylaşan kişinin söylediklerini bir noktadan sonra daha az dinlemeye, sözlerin sık sık "ben..." ile başlayan cümlelerle kesilmesine dayanan ve kişisel tatmin düzeyinin artırılmasını hedef alan sosyal ülküdür.
Feysçilik: Halk arasında "feys" olarak kabul görmüş olan Facebook sosyal paylaşım sitesinin, halkın tüm kesimleri tarafından aktif olarak kullanılmasını, berber, bakkal, terzi, ağdacı, tamirci, doktor, vb dahil olmak üzere kişinin başvurduğu, günlük faaliyetlerini destekleyici diğer tüm kişileri sosyal ağına eklemesini, bu kişilerle iletişimini ilgili mecrada daha aktif sürdürmesini esas alan eylemler bütünüdür.
Örovizyonculuk: "Eurovision" olarak bilinen şarkı yarışmasına katılacak olan şarkı ve şarkıcı seçimi konusunda üst kurulların yasayla belirlenecek şartlarda kurulmasını, bize puan vermeyen ülkelerle ilişkilerin gözden geçirilerek gerektiğinde ültimatom verilmesini, "Hedef 12" stratejisi ile ülkelere temsilciler gönderilerek 12 puan için gerekli propaganda çalışmalarının yapılmasını kapsayan çerçeve planıdır.
Milletimizin hiçbir şüphesi olmasın ki, ekonomi, dış politika, eğitim, vb konularda yılların verdiği birikimle en iyisi neyse onu biz yaparızdır. Söz milletindir, vatan bütündür, teröristler kahrolsundur, dini değerler değerlidir, millete kötülük yapan karşısında beni bulur, paranın ne önemi vardır, mühim olan insanlıktır, bu manifestodaki birtakım sayıların toplamı illa ki kırk yapar, kırk bir kere maaşallahtır.
Monday, August 01, 2011
Arıyorum
Arıyorum öyle.
Sunday, June 26, 2011
Deli ile Ucube
Önüne bakarak yürüyordu yine. Ayakkabılarını boyayıp gitmişti bu sefer kahveye ama yine fayda etmemiş, rezil olup dönmüştü arkasına bakmadan. Hem isim de takmaya başlamışlardı artık. Köyün internet kullanan, profil fotoğrafı sahibi, uzun ense tıraşlı, pek modern gençleri arkasından “artiz köylü” diye seslenip “artiz ne arar la köyde?” diye ekleyince ne demek istediklerini anlamasa da pek önem vermiyordu artık. Yine karısından bir sürü laf işitecekti, yine kafasında bin türlü umutsuzlukla muhtelif haşereler için ilaç almaya gidecekti çarşıya. Tarlaya da gitmesine kızıyordu aslında karısı. Ona göre bu işlere hep tarlada bir başına kalınca şeytanla muhabbet etmekten girmişti.
Üç sene önce başlamıştı her şey. Kendini kapısında bulduğu üniversite hocasına nasıl ulaştığını anlamıyordu. Önceleri üniversitelerin öyle kolay girilen yerler olmadığını zannederdi. Sınava girip de mimar çıkan olmamıştı hiç köylerinden şimdiye kadar. Bir kere eski muhtarın yeğeni için ziraat mühendisi olacak demişlerdi ama iki üç sene gidip geldikten sonra artık gitmemeye başlamıştı o da. Sonra ufak bir bakkal açtı, evlendi, üniversitenin lafı olmadı köyde. Zor olmasa elbet okulu bitirir, gerine gerine dolaşırdı çocuk. Aptal değildi ya.
Üniversiteye gitmeden önce haftalarca düşünmüştü. Ne diyecekti? Nasıl konuşacaktı? Nasıl giyinecekti? Üniversite çok önemliydi. İlk kurulurken herkes “şehre bolluk, bereket gelecek” deyip duruyordu. İlk birkaç sene tarladan üç beş kuruş fazla kazanmıştı aslında, yalan değil. Ama o ara da iyi yağmur yağmıştı, onunla da alakalı olabilirdi. Zaten babasından kalan bir buçuk dönüm arazi köydeki en verimsiz yerdi. Yıl boyu sanki köye ayrılan güneşin tamamını dikine alan bu illet yere ne ekse olmuyor, her sene çürük malları yok fiyata satarken milletin ağzına sakız olmaktan kurtulamıyordu. Düşüne düşüne sonunda bir Pazartesi günü erkenden kalkmış, şehir merkezinin yakınındaki üniversitede bulmuştu kendini. Kapıdan girerken “mimarlık fakültesinden bir hocayla görüşecektim, köyde bizim bir iş vardı” deyince güvenlikteki genç çocuk “abi aç kapıyı, Enis Hoca’nın projesi için gelmiş” deyince sevinmişti. Bu Enis Hoca muhtemelen kendisi gibi yardıma ihtiyaç duyanların fikir danıştığı biriydi. “Esaslı adammış, görev edinmiş ki hemen kabul ettiler” demişti içinden. Bugüne kadar hep gazetelerden okuduğu, televizyonlardan dinlediği, genelde kavgalar yüzünden haberlerde yer bulan üniversitedeki kalabalık heyecanlandırmıştı onu. “Gençleri birbirine düşürüyorlar” diye üzülürdü hep haberlerde görünce.
Karanlık, soğuk fakülte binasının içinde sora sora bulmuştu Enis Hoca’nın odasını. “Prof. Dr. Enis Pekoğlu” yazısına baktı uzun uzun. Adı da soyadı da bir garipti. “Prof” yazısının profesör demek olduğunu anlamıştı. “Önemli adam” diye düşündü. Bir süre ne diyeceğini tekrar etmeye çalıştı, ama fayda etmedi. Çok heyecanlanmıştı. Birkaç dakika sonra girmeye karar verdi, üç kere çaldı kapıyı. Ses çıkmayınca açmak istedi. Kilitliydi. Eh, koskoca profesörün onu bekleyecek hali yoktu. “Ben onu beklerim” dedi. Aşağıya inerken, az önce heyecandan fark etmediği bir sürü resim, çizim ve haritaya bakıp durdu. En çok da kapısında “Mimarlık Kulübü” yazan odanın önünde durmuştu. Ne olduğunu tam anlamadığı bir resimdi dikkatini çeken. Aklındaki şeyler birbirine girmişti. Kafasının motoru ısınmıştı galiba yine, karısı öyle derdi. Hem düşünüp hem de sağa sola bakınıp aşağı doğru inerken yanık bir ekmek kokusunu duyunca kantine yaklaştığını anlayıp “çay içerim” diye düşündü ve oraya doğru yöneldi. Çok acayip gençler vardı. Yeşil takım elbisesi ve şapkasıyla garip hissetti kendini, şapkasını çıkardı. “Bey amca bir şey mi istedin? Burayı kapatma bak gençler bekliyor” diyen kantinci genç çocuğa baktı. Utanmıştı. Gençlere yol verecekken kantinci çocuk “söyle amca, onlar yabancı değil” deyince “bi çay” diyebildi. Plastikte verilen çaya baktı. İçesi gelmedi ama ayıp olur diye düşünerek tenhada boş bir masaya gitti, oturdu.
Altıncı gidişinden sonra kapısındaki resme takılıp kaldığı Mimarlık Kulübü’nden gençler merak edip onu içeri davet etmiş, derdini dinlemişti. Bazıları dalga geçip ilgilenmemiş, ilgilenen diğerlerine de “işimiz var” deyip kızmışlardı bile. Kızıl saçlı, kısa boylu bir kız ciddi ciddi dinlemiş ama pek ikna olmamıştı sanki. “Bey amca, o tam senin düşündüğün şey değil” filan demiş ama ikna da edememişti. Yine de kapıdaki resmi vermeyi kabul etmişti. “Niye Enis Hoca’yı arıyorsun ki? O biraz delidir. Pazartesi günleri de gelmez zaten. Çarşamba sabah gel, garanti bulursun yerinde” dediğinde havalara uçacaktı. O gün eve koşarak gitmişti, koltuk altında özenle sakladığı resim ile. Kahveye koşup “buldum işte!” diye kahvenin ortasında resmi açtığında o dizilerde filmlerde dalga geçilen, kahvenin ortasındaki yalnız adam durumuna düştüğünü hissetmişti. Daha dün askerden gelen çocuklar bile gülüyordu resme bakarak. Bir şey diyememişti. Hayatı boyunca böyleydi. Karısı hep kızardı, “ezdirme kendini çoluk çocuğa” diye ama fayda etmezdi.
Sekizinci kez üniversiteye gidişinde karısı iyice delirmişti. “Kızın yaşındakilere bakmaya mı gidiyorsun, utanmaz deyyus!” diyerek kapıyı suratına çarpmıştı. Üzülüyordu ama o kadar da umursamıyordu artık. Bu kez Enis Hoca’yı görecekti, emindi. Sabaha kadar uyuyamamıştı. Geçen Çarşamba hasta olduğunu söylemişlerdi. Bu sefer koltuğunun altında o resim, başı önde, şapkası elinde, ilk defa söyleyeceklerini aklında tekrar ederek bekliyordu. Saat dokuzu biraz geçiyordu ki elli yaşlarında, hafif uzun, beyaz saçlı, orta boylu, biraz kilolu, kalın gözlüklü bir adamın odaya gelişiyle kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Adam gözlüklerinin üstünden şöyle bir bakıp “kimi aradın?” diye sordu. “Enis Hoca’ya bakmıştım, bir konu vardı da” deyiverdi. Şaşıran hoca biraz duraksayıp “e gel bakalım, benim” dedi. Odada sayısız kitap dışında dikkate değer bir şey yoktu. Eski, ahşap, koyu kahverengi masanın üzeri de birkaç kağıt ile dağınık duran üç beş kalem dışında boş sayılırdı. Biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Koskoca hocanın odasında türlü resimler, garip şekiller, acayip bir sürü şey olur diye hayal etmişti. Hoca sabırsızca elindeki kitapları masaya bıraktı, yerine geçip “anlat bakalım” dedi. Aylardır kendi kendine anlattığı şeyleri bir çırpıda anlatıverdi. “Hocam, ben tarlama güneşi kesecek büyükçe bir beton duvar yaptırmak istiyorum. Ama beton duvarın arasından güneş girebilsin ki, hem tarla hiç güneşsiz kalmasın, hem de o araya güneşe dayanan bir şeyler de ekeyim. Sizin öğrencilerin bir çalışmasını gördüm, sağ olsunlar verdiler resmini. Tam böyle bir şey işte hocam” deyip resmi hocanın önüne koydu. Hoca pek umursamamış gibi “kardeşim iyi de burası inşaat şirketi değil ki, üniversite” diye söylenerek açtı resmi. Resmi görünce gözleri açılan hocaya bakınca heyecanı artmıştı. İçinden “beğendi galiba resmi” dedi. Hocanın kocaman olan gözleri birden küçülmüş, suratını alaycı bir gülümseme kaplamıştı. “Heh heh. Bunların bir de The Wall diye albümleri var. Bak sen onu da dinle, dört tarafı duvarla kaplı tarla bile yaparsın kendine” deyip resmi atıverdi önüne. “Hiç mi olmaz hocam?” deyip son kez şansını denedi. “Git başımdan adam, git inşaatçıya mı duvarcıya mı nereye gidersen yaptır. Deli misin nesin” cevabını alınca ağzından başka kelime çıkmadı ağzından. Resmi alıp çıktı.
Üniversiteye bir daha gitmemişti. Ama şehre gittiği günlerden birinde büyükçe bir parşömen kağıt ile bir sürü kalem almıştı. Verdiği paraya kızmıştı tabi karısı. Kahvede anlatmıyordu ne yaptığını. Kendi kendine üniversiteden aldığı resmi çizip ölçülerini de kabataslak yazıyordu. Birkaç hafta uğraşmış, sonunda istediği gibi olmuştu. Yirmi beş metre yüksekliğindeki duvarın resmini karısı ilk gördüğünde anlamamış, “o dinsiz üniversite hocaları soktu kesin bu şeytan işlerini kafana, bu ucubeyi tarlaya dikersen rezil oluruz el aleme” deyip yine bağırıp çağırmıştı. Kararlıydı, yapacaktı. İşin tarlasında, güneşinde değildi artık. Öylesine inanmıştı bu işe. Her hafta şehre gittiğinde bir traktör dolusu tuğla, torba torba çimento ile dönüyordu. Gitgide büyüyen “Ucube” dışında bir şeyle uğraşmıyordu artık. Tarla umurunda değildi. Köyde adı deliye çıktığında, tek başına yapmaya çalıştığı Ucube artık yavaş yavaş resimdekine benzemeye başlamıştı. Andırıyor gibiydi sanki.
Köyde kimseye güveni kalmadığından muhtarın evine kadar gelip uyarmasını da hiç takmamış, işine devam etmişti. Bir iki kez daha gelmişti muhtar o yokken. En sonunda jandarma, kepçeler, ve kamyonlarla gelmişti. Tarlaya dikilen Ucube yüzünden defalarca kavga ettiği bitişikteki tarlanın sahibi, Ucube’nin boyutları artık bir evi fazlasıyla geçince şikayet etmişti, inşaat yüzünden tarlaya zarar veriyor diyerek. Tarlaya ev dikmeye karışmazlardı belki, ama Ucube’nin boyunu görünce “devlet” de dayanamamıştı. İskeleler, harç kazanları, tuğlalar, çimento yığınları ile inşaata dönen tarlaya devlet eli değmişti. Birkaç saat içinde yıktılar Ucube’yi. Durduramamıştı, jandarma alıp götürmüştü onu da. Birkaç hafta misafir ettiler.
Üniversite hocası ve köylülerden sonra devletten de “deli” yaftasını yiyip köye döndüğünde savaş alanına dönmüş bir tarla ve çocuklarla birlikte annesine giden karısının bıraktığı boş ev kalmıştı ona. Deli işleri ile uğraşmaması şartıyla eve dönen karısından gizli gizli çıkarıp baktığı resim ona ilham veriyordu artık. Gün aşırı kahveye gidip domatesler olunca toplayan makine, fazla suyu tarladan toplayan kanal, haşereden korumak için fidelere hava üfleyen hortum gibi fikirlerini anlatıyor, her seferinde de maskara oluyordu köylüye. Ne dese inanmıyordu kimse artık. Tozlanan ayakkabılarıyla Ucube’sinin mezarı, yeniden domates diktiği tarlasından geçerken yarın sabah gidip tozlanmayan ayakkabı fikrini anlatmayı düşündü. Gidip biraz çalışmaya karar verdi. Ahırdan geçen kurbanda tuzlayıp sakladığı koyun derisi ile büyük makası alıp içeri girdi.