Tuesday, May 31, 2016

Üç Bölü Dört Buçuk Milyar

Burada hep ülkedeki teknolojik gelişmelerden, dünyanın bilimde geldiği noktadan, başarılı olmuş örnek sosyal projelerden, iyi insanlardan bahsetmek istiyorum ama 4,5 milyar yıl yaşındaki dünyanın insan vücudundaki birkaç hücre kadarlık bir kısmında sıkışıp kalmış insanlar olduğumuzu da düşünüyorum gittikçe. En apolitik, en "işine bakan", en konjonktürel politikadan uzak kalan insanların dahi engellerle karşılaşıp motivasyonlarının düşmesi kadar vahim bir şey yok. Motivasyonu yükseltmek için harcanan yapay çabalara, gösterişlere ve hatta görgüsüzlüklere artık insanlar daha "ignorant" bakıyor sanırım. Buralar gittikçe daha sevimsiz bir platform haline gelmeye başladı.
Bugün belki birçok kişinin hatırlamak istemediği, görmekten sıkıldığı anılarla dolu. Ama önce biraz geçmişe bakıp, sonra da bugünü ve geleceği görmekte fayda var. Tam 3 yıl önce bugünlerde polis vahşetiyle yüz yüze gelmiş, yedikleri gazlarla ölümden dönmüş, yol açtığı derin psikolojik yaralarla (hala) mücadele eden, ve hatta hayatını kaybetmiş farklı anlayışlardan insanlar birbirini tanıma ve anlama fırsatı buldu. Ateistler iftar sofrasına oturdu, şükür namazında namaz kılanları korudu. Türkler Kürtler'e "biz sizi çok yanlış biliyorduk" dedi korkmadan, biraz da utanarak. LGBT'nin (hatta LGBTİAQ) çok da kötü bir şey olmadığı, hatta doğal bir durum olduğunu ilk kez tanıdı bazıları. Aslında çok da iyi mizah yapabildiğimizi, sorunları mizahla çözebileceğimizi fark ettik, öyle inandık. O kadar çok resim, o kadar çok anı var ki. Birini paylaşsam, diğerine haksızlık olur.
3 yılın sonunda bakıyorum, da çok iyi ifade ile berbat bir yönetimimiz var. Başından ayağına kadar kalitesiz, beceriksiz, vicdansız ve bütün bunları meziyet sanıp iyileşmek için tek bir adım atmayan berbat insanlar topluluğu tarafından bizim geleceğimize ait kararlar alınıyor. Sporda, sanatta, devlet yönetiminde, sivil toplumda, özel girişimlerdeki ahlak yoksunluğuna din afyonu da her zaman olduğu gibi iyi gelmiyor. Ben artık bariz çelişkileri, utanmazlıkları, daha dün elma dediğine bugün armut diyenleri, pişkinlikleri, mesnetsiz suçlama ve hakaretleri görmezden gelmeye çalışıyorum. O yüzdendir ki artık daha az yazıyorum bunları. Ama bugün devletin başındaki, "polise emri veren" adam Fransız polisinin uyguladığı şiddeti Gezi'ye destek verenlere sözde dokundurarak kınamış - sanki biz Fransızlar çok iyidir, Fransız polisi çiçektir demişiz gibi. ACAB diye Google'a yazıp bakacak danışmanları vardır eminim-. O yüzden bugünlük bir çirkin paylaşım hakkını aşağıda "emir kulu" arkadaşların yaptıklarını bir kez daha hatırlatmak için kullanayım:
Ve tabi bu yazı hikayeyse, mutlu sonla bitsin. 3 yıl önce bugün binlerce insan, gece saatlerinde başlayan ve sabah gün aydınlanırken aşağıdaki kareye yansıyan yürüyüşlerini hak ve özgürlüklerini savunmak için başlattılar. Ne kahraman olmak, ne de mevki sahibi olmaktı amaçları. Tarih elbette kimi iyi hatırlayacağını çok iyi bilir. Ama ilim ve irfan sahibi insanların, her zaman politik güç sahibi olmak için hezeyanlar içinde ruhlarını kaybedenlerden daha özenilerek hatırlanacakları aşikar. Umarım bu yazıyı okuyan, rüzgardan rüzgara savrulan, kalıplara, kutsallara ve coğrafyalara hapsolmuş ilkesizler değil de içindeki hevesi, motivasyonu yetenekleri ile birleştiren vicdanlı dünya insanları daha çok mutlu olurlar.

Sunday, September 14, 2014

Konseptşın


Bu konsept olayını çok karıştırdıklarını düşünüyorum. Özünde konsept sözcüğü çok masum bir "lö konseptüel sivuple" apartması bir Fransız ithalatı gibi gözüküyor olsa da, işin aslı yazının ilerleyen bölümlerinde açıklayacağım üzere bizi çok daha korkunç bir gerçekle yüzleştirmekte. Yine büyük ihtimalle yazıyı okuduktan sonra bir süre düşünüp en yakınızdakine "lan/cnm/höst/hacı/yhaa benim karnım acıktı bi şeyler yiyelim" diyeceksiniz ve ben bu blog'daki yüce amacım olan sübliminal mesajımı vermiş, sizi Araf'a biraz daha yaklaştırmış olacağım. Okuyun!

İnanılmaz gibi geliyor belki ama artık konsept olmadan ekonomi denen şey ilerlemiyor. Muhteşem okullarda okuyup, acayip bir kariyer yoluna girip, sonra bir ara dellenip "ben bakkal açıcam ya" deseniz bile bir konseptin esiri olmak zorundasınız. Retro bir mahalle bakkalı? Organik ürünler satan şirin bir sosyete bakkalı? Az ürün, çok çay ve çok muhabbet olan bir "çok kafa adam ya" bakkalı? Bunların hiçbirini takmadığınızı, tek amacınızın samimi bir yer olduğunu söylerseniz de kendiniz bilirsiniz. Gofretlere bakıp, sakız kutusunda madeni para aramakla geçer artık samimi günleriniz. İnsanlar artık ürüne, hizmete değil konsepte geliyor. Bomboş bir mağazada hiçlik konseptini sattığını söyleyip paraya para demeyen adamın hikayesini bilirsiniz. Ya da çok benzer bir hikaye illa ki vardır.


Örneğin "yaz" bir mevsim değil artık. Evet, bir konsept. Nisan-Mayıs itibarı ile başlayan bir yaza hazırlanma, yaz alışverişi yapma, yazın yaptıklarını paylaşma ve "ben yaza veda edemiyorum, kahretsin" partileri ile Kasım'a kadar süregelen acı bir konsept. Acı diyorum, çünkü diğer mevsimlere de bağlanarak konseptüel etkisini katlayarak artıran bir mevsim. 3 derecelik sıcaklık düşüşünü "hoşgeldin sonbahar :)" diye karşılayan insan kitleleri sonbahar alışverişine akın etmeye başladı bile. Bazıları ise halen kararsızlıklarını koruyup park, orman, bahçe, allah ne verdiyse dolaşıp yerlerde kahverengi tonları içeren yapraklar arıyor. İnanır mısınız, yeşil yaprağı dalından koparıp kahverengiye boyayan, sonra da Instagram'da 33 hashtag ile paylaşan blogger'lar var. Bunların etrafında dolaşan ve "sosyal medya çok ilerledi, oraya ağırlık vermek lazım" diyerek işletmecilikte çağ atlayan otel, cafe, vb işletme sahipleri şu anda sonbahar konseptleri üzerinde son hazırlıklarını yapıyor. Reklam ajansları toprak rengi arka fon üzerine hafif ince bir kazak giymiş genç kadın/erkek web sayfası tasarımlarını bitirmek üzere. Tehlikenin farkında mısınız? Geliyorlar...


Rica ediyorum, en azından buraya kadar okumuş olanlar "ya sonuçta bizim için iyi bir şeyler yapmaya çalışıyorlar" saflığında (saf=çok temiz kalpli) olmasın. Baştan ayağa kadar size biçilmiş olan insan konseptleri hoşunuza gidiyor mu yoksa? Gözlükten retro, gömlekten hipster, pantolondan hiphop, ayakkabıdan casual olmak hayatınızı mı kolaylaştırıyor? O zaman sizi acı gerçekle yüzleştirmenin zamanı geldi. Evet, konsept sözcüğünün asıl kökeni Latince "conceptus"tur. Yani "içine almak, kavramak, hamile kalmak" demek oluyor. Eğer buradaki özneleri ve yüklemleri olumlu bir şekilde kendinize uydurabiliyorsanız, konsept ile ilişkiniz hayrolsun demek isterim. Çünkü konseptlerin konseptleri "conceptus" ettiği bir ilişkiler sarmalı olan konseptşın illeti sizi de esir almış ne yazık ki. Soğuk konsepti ile tatlandırılmış bir bardak (konsepti olmalı) suyunuzu içebilirsiniz.

İnsan ölür, ülke bölünür, dünya yıkılır. Ama kendi kendisinden yeni canavarlar çıkarmak zorunda olan, sadece böyle yaşayabilen, ve böyle yaşama becerisini kazanmış, bir nevi ölümsüzlük iksirine sahip olan tek şey ekonomidir. Sakın parayla dalga geçmeyin, parayı küçümsemeyin. O sizi bir konsepte sokmasını elbet bilir.

Sunday, April 20, 2014

Çörek Otu Yağı

Bir şekilde bittiğine şahit olmadığım tek tartışma, inanç ve bilim arasında tezat oluşturduğu düşünülen unsurların sebep olduğu konular üzerinedir sanırım. Tatlı su tartışmacıları arada sırada inancın aslında bilimsel kuramlarla ne kadar da uyumlu olduğunu kendince ispatlayan, ya da bilimin aslında ne kadar da büyük inançlara sahip insanlar tarafından geliştiğini gösteren örneklerle bazen olayı tatlıya bağlamak isterler. Ama yemezler; en azından benim midem kaldırmaz. Şöyle çatır çatır ikilemleri, kütür kütür bilinmezlikleri, hatır hutur dengesizlikleri verin bana. Aklınıza salatalık, karpuz, kavun filan geldiyse beni hiç anlamamışsınız demektir. Güzel. Böyle devam edelim. 

Çok başarılı bir kariyeri olan, mesleğinde duayen olup parmakla gösterilmiş, çok da para kazanmış birisi belli bir yaşı geçtikten sonra genç kalma konusunda kendini fazlasıyla geliştiriyor. Kendinden 30-40 yaş genç insanlara taş çıkaracak kadar sağlıklı bir bedene sahip oluyor. Kitap bile yazıyor. Röportajlar, TV programları derken birçok insana "vay be" dedirtecek kıvamda bir yeni-şöhret sahibi oluyor adeta. Sonra bir gün, bir programda hayatını anlatırken hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Belli ki inandığı şeylerden birindeki ufak bir tümör, sürekli anlattıkça farkında olmadan kansere dönüşmüş. Belli bir zamandan sonra da "hasta" olduğunu reddediyor. O başarılı, örnek, sportif, karizmatik, hayranlıkla izlenilen adamın ördüğü koca bir duvar sanki bir anda yıkılıyor. Bir gün birisi "peki ailenize yeteri kadar zaman ayırabildiniz mi?" diye sorarken o hala çörek otu yağının faydalarını anlatmaya çalışıyor. Duvarı bu şekilde tutan, o aradaki inanç unsurları olsa gerek. İnsanın somut ve soyut kavramlar arasındaki karmaşık, gelgitlerle dolu yolculuğu bazen o bildik deyimle bir "çimento" ihtiyacı duyuyor. Biraz ilerlemek istediğinde, duvarı biraz daha yükseltmek istediğinde basıyor çimentoyu. 

Körü körüne inandığım bir şey sayesinde hayatım boyunca bir şey kazanabileceğimi zannetmiyorum. Bazen işleri kolaylaştırmak, insan olduğunu hissetmek, yabancılaşmamak için ihtiyaç duyduğun, hatta nefsine yenilip tadına baktığın o inanç denen şeyin çok dikkatli kullanılması gereken ve dozunu iyi ayarlamazsan feci sonuçlara yol açan, dünyayı yerle bir eden, evrene seri negatif mesajlar yağdıran...Yok yahu, o kadar da canavarlaştırmayalım. "Bana bir beden büyük geliyor" diyerek tatlı su bitiriciliği yapayım. Bu yazıdan sınırsız başarının sırrını bekleyenler için de hayal kırıklığı oluvereyim. Zihinlerindeki yoksunluğa derman olmayayım. Velhasıl kelam, çörek otu yağı ile bir yere geleceksem, o yere gelmeyeyim arkadaş. 

Sunday, July 14, 2013

Karmaşanın En Karmaşık Anlatımı

Yaşlanma belirtileri arasında “ben demiştim” deme sıklığı da kabul edilir mi, bilimsel olarak yorum yapacak yeterliliğe sahip değilim. Her ihtimale karşı, hafifletici sebep olarak bu durumdan duyduğum kaygıyı belirterekten, bu yazının üç adet “ben demiştim” düşüncesine dayalı olduğunu söylemiş olayım. Aynı şeyi “şu şöyledir, bu da böyledir” için de kullanacağım günü geldiğinde.

Uzun süredir Gezi süreci ile ilgili çok şey yazasım var (gerçekten çok ender rastlanan bir düşünce). Ancak yazacağım hiçbir sıcak, güncel olay eleştirisinin katma değer yaratabileceğine inanmadım. Twitter üzerinden bu paylaşımları anlık olarak yapıyor olmakla birlikte (reklamlar: @gencerozkazman) düşünülüp tartılarak yazılmış bir yazıda neyi, nasıl ifade edeceğimi pek bulamadım. Düşünüp okudukça da geçiştirmek içimden gelmedi. Sonunda, bu blog’un vefalı takipçileri için büyük bir hizmet daha yaparak olayları sosyal psikolojinin çok temel bazı kuram ve kavramları ile bağlama yolunu seçtim. Yazıda eğri büğrü olarak gördüğünüz o kısımlar benim düşüncelerim değil, daha önce bu ve benzeri konulara kafa yormuş bilim insanlarının çıkarımları. Ben burada sadece nitelikli cımbızcı görevini yaptım.

Öyleyse ilk “ben demiştim” ile başlayayım. Olayların başından itibaren söylediğim “kaos” düşüncesi ile. Hey, burada tüm sosyopolitik süreci adım adım çözdüğümü ve muhteşem önerilerle geleceğimi düşünen yok değil mi? Ya da “ehe ehe bunu şunlar da dedi ama” diyecekler? Güzel. Devam edelim.

Olaylar bir kaos şeklinde başladı, bir kaos olarak devam etti ve bir kaos olarak da devam edecek. Bu baştan beri düşündüğüm şeydi. İsterseniz bu noktada kaos yerine biraz daha Türkçe olan “karmaşa” kelimesini kullanalım sohbetin bundan sonraki kısmında (yazar tam da burada okuyucuyla arasındaki mesafeyi kaldırmayı amaçlıyor). Düşünmediğim şey ise, bu karmaşanın kötü yönetileceği, hatta yönetilme gibi süreci aşağılayıcı bir amaca kurban edilmeye çalışılacağıydı. Biraz daha romantik düşüncelere, kurulacak bir Gezi Partisi’ne, hatta televizyonlarda gösterilmeyecek o devrimin tam da içinde bulunduğuna inananlara saygı duyuyorum. Ama bence bu sürecin en iyi yanı; düzeni, kuralları ve dogmaları bir siyaset aracı olarak kullanan/kullanma niyeti olan herkesin, oluşan bu karmaşa ortamında korkuları ile yüzleşmesi ve kendine iki yol seçmek zorunda kalmasıdır. Nedir bu iki yol? Birinci ve iyimser olanı, bu karmaşa ortamının her türlü iktidar düzenini tehdit edecek olmasından, sokağa çıkabildiğini gören halkın (ya da en azından belli bir kesiminin) alınacak her karar için ciddi bir baskı unsuru yaratacak olmasından duyulan bir faydalı endişe. Bunun ne kadar ciddiye alınabilir olduğunu olaylar ilk başladığında sıcağı sıcağına açıklama yapmaktan kaçınan bütün siyasilerin davranışlarına bakarak görebilirsiniz. Ne yazık ki, iktidar bu süreçte bir süre kararsız kalmış gibi görünse de (belki de gerçekten öyleydi) ikinci ve tehlikeli yolu seçmişti.

İzin verilmiş saldırganlık: Bireyin toplumsal grubunun normlarına göre (özendirilmese bile) izin verilebilir olan saldırganlık.

Sıkışan gazın patladığında ne olacağını tahmin edememek ile analoji kurarsak, “sıkıştırılan” insan kitlelerinin de sosyal bir patlama sonucunda öngörülemez bir hal alması oldukça doğal. Yönetişim denilen kavramla yakından uzaktan ilgisi olmayan bir ülkede yaşıyorsanız, bu süreci “büyüklerimizin” yüzlerinde tatlı bir tebessümle izlemesini beklemezsiniz. Türkiye’de bu süreç sonucunda ortaya çıkan anlayış ve dilin, zeka kokan ve tam anlamıyla bir istemsiz psikolojik inovasyon olan mizah ile ürünlerini vermesi de işte tam “orantısız zeka” denilen kısma tekabül ediyor.

Çok ilginç. “Büyüklerimiz” nasıl oldu da olayların bu şekilde evrileceğini öngöremedi? Evet, sevgili okurlarım (burada yazar ciddi bir tespit yapmaya hazırlanır), burada ikinci “ben demiştim” unsurunu ortaya koyuyor ve olayı veri ile nitelikli bilgi arasındaki farka dayandırmak istiyorum. Yeni dünyada yaşıyoruz, bilmiyorum farkında mısınız. Ama yeni dünya dediğimiz şeyin sadece “Dünya 2.0” belgeselinde olduğu gibi devasa barajlar, binalar, fabrikalar yapmak olmadığını ve bunların bu yeni dünyayı oluşturan temellerin sadece basit birer ürünü olduğunu görmezden gelmemeliyiz. Gittikçe karmaşık hale geldiğinden dem vurduğumuz (ben bir önceki paragrafta vurdum, siz de vurdunuz değil mi?) dünyada nitelikli bilgiye ulaşmanın gün geçtikçe derinleşen veri denizinde (çöplüğü mü desek?) yüzmeyi öğrenmekle mümkün olabildiğini hesaba katmamız gerek. İşte tam bu noktalar, yeni dünyanın şahidi olan iktidarların en büyük sıkıntıyı çektiği noktalardır. Karmaşayı yönetebilmek, ancak karmaşa ile mümkündür ve iktidarlar karmaşık olmayı sevmezler. Karmaşık olmak içinde birçok farklı unsuru bir arada bulundurabilmektir ve karmaşık bir sistemle karmaşa yönetmek de …… ister. (Boşluğa çok önemli bir kelime gelmesi gerekiyor. Burada yazıya interaktiflik katarak herkesin kendi kelimesini düşünmesini rica ediyorum) Yönetilemeyen karmaşık sistemlerde, bugünkü iktidarın safça ya da kendine göre kurnazca yaptığı kategorize etme çabaları; “bunlar”, “çapulcu”, vb gibi sıfatlarla ötekileştirme çabaları da çok eskilerde kalmış bir siyaset silahıdır. Silah dediğim için hemen aklınıza fiziki hasar veren şiddet gelmesin. Bugüne kadar ne karanfiller, ne güller silah olarak mitinglerde kitlelere atılmak suretiyle bu kategorizasyonlara alet olmuşlardır. (Yazarın kendine notu: Yakaya çiçek takma adetinin sona ermesinde Y kuşağının çiçeğin psikolojik bir silah olabileceğinin farkına varması ihtimali üzerine bir yazı yazılabilir)

Kategori temelli bilgi işleme: Algılayıcıların bireylere ilişkin bilgileri temelde hangi grubun ya da kategorinin üyesi olduklarına göre işledikleri bilişsel bilgi işleme sürecine verilen ad.

İktidarlar zor olana alışıktır. “Biz iyi biliriz” derken (www.iyibiliriz.biz) aslında zor olanı iyi bildiklerini gösterirler. Haklıdırlar da. Ama farkında olmadıkları, ya da olmak istemedikleri şey karmaşık olanı iyi  bilmedikleridir. Zor olanda sonuçları öngörmek kolayken (Bkz: Boğaz’a üçüncü köprüyü yaparken tam olarak hangi güzergahın kullanılacağının belirlenmesi) (İkinci Bkz: Bir önceki bkz.’da bir sorun mu var?) karmaşık olanda insanların birbirleriyle etkileşimi her seferinde iktidarseverleri biraz daha şaşırtır, BDP flamalı birinin Atatürk figürlü Türk bayrağı tutan bir başkasına sarılarak polisten kaçmasına uzun uzun bakarlar, anlam veremezler.

Önyargı: Grup düşmanlığının duygusal bileşeni; bir grubu ya da bir grubun üyelerini sevmeme.

Bu süreç doğal olarak da farklı gruplardaki destekleri de beraberinde getirir. Bu konuya gerçekten artık çok fazla ciddi bir dille dokunmak istemiyorum ama başkentinin büyükşehir belediye başkanına ve başbakanının başdanışmanına bakmak bir ülkenin ne kadar “ileri” olduğunu anlamak için oldukça güçlü verilerdir, nitelikli bilgi için yolu açarlar.

Karşılıklılık kuralı: Bizi ödüllendirenleri ödüllendirme kuralı. Örneğin, eğer birisi bize yardım ederse karşılığında kendimizi ona yardım etmek zorunda hissederiz.
Yağcılık: Diğer bir kişiye sizi sevmesini sağlamak için kendisi hakkında olumlu şeyler söyleme ya da ona iyilik yapma.

Fıskiye: Kırılması halinde önemli siyasi kırılımlara yol açabilen bir nesne.
Jöle: Saçları sabitlemeye yarayan bir kimyasal madde.

 (Son iki tanımı bilim insanları yapmamış, ama referansım olan kitaba bunun eklenmesi için talepte bulunacağım.)

Toparlıyorum, tamam. Toparlarken de son “ben demiştim” hakkımı yüksek lisans tezi yapmak için bir miktar uğraş verip de başaramadığım “policy vs. politics” ikilemi ile kullanmak istiyorum. Günlük hayatta karşınıza çıkan olayların ne kadarı sadece “politics” (politika) temelliyse, yani ne kadarı bir çeşit yönetimsel iletişim aracını baz alıyorsa, o kadar tehlikedesinizdir. Oysa pek bilmediğimiz “policy” (siyasa) kavramı, bütün bu iletişimin altını dolduran/doldurması gereken ve nitelikli bilgiye bilimsel yöntemlerle ulaşabilmeyi sağlayan temel güçtür. “Politics” kavramının altını dolduran “policy” olmadığında karmaşanın yönetimi de bir o kadar basiretsizdir.

Bu yazının sonunda benden ne bekliyorsunuz bilmiyorum. Ama karmaşa olarak adlandırdığım bir süreç ile ilgili madde madde açıklamalar getirmemi, “ŞOK ŞOK ŞOK!” alt başlığıyla sizi inanılmaz fotoğraf galerilerine yönlendirmemi, ya da muhtelif iç ve dış mihraklara ait somut delilleri ortaya koyma konusunda sizi beklentiye soktuysam özür dilerim. Ne yapacağımı yazının başlığında söylemiştim zaten. Ne yazık ki veri çöplüklerinde yüzmeyi henüz o kadar iyi beceremiyorum.

“Kahrolsun bağzı şeyler!”


Referans: Shelley E. Taylor, Letitia Anne Peplau, David O. Sears, “Sosyal Psikoloji”, Çev: Ali Dönmez, İmge Kitabevi, 2007.

Sunday, April 07, 2013

Paraşüt


Hayatım boyunca imkanım olsa bile paraşüt ile atlayabileceğimi sanmıyorum. Sebebi vücudumun, metabolizmamın bir şekilde bunun için birtakım engeller yaratması. Psikolojik olarak buna hazır olmanın yanında aşılması gereken ve geri dönüşü olmayan tahribatlar yaratabilecek fiziksel riskleri düşününce üzerinde çok da kafa yormaya gerek yok sanırım. Peki paraşütle atlamak bir metafor olarak düşünülebilir mi? Tam da bunun için buradayız. 





paraşütle atlamak
sonsuzluğu ciğerlerinize çekmek, yaşamın farkındalığının farkına varmaktır. yıllardır teknolojik travma içinde bulunan günümüz insanı bir masa çevresinde ya da dört duvar içinde kısıtlı özgürlüğünün esaretini çekmektedir. oysa ki endüstri devriminden önceki insan yaşantısı kapital olarak sınırlı ama yaşamsal etkinlikler için sonsuz idi. gelecek kaygısı ile kendimizi, çevremizi ve çocuklarımızı yaşamın zorunlu çarklarına zincirlerle bağladık. hangimiz kuşlar gibi gökyüzünde saatlerce uçmak, derinliklere süzülmek istemedik ki. belki buna fırsatımız olmadı ama ne kadar bağlayıcı gereksiz oluşumlara saatlerimizi ve günlerimizi esir ettiğimizi düşündük mü. şimdi uğruna kavgalar verdiğimiz, sınırlarıyla birbirimize düşman kesildiğimiz toprak parçasının üstünden geçerken neler düşünmeyiz ki...
         (alıntı: http://eksisozluk.com/entry/20324326)

Subjektiviteye karşı alerjiniz mi var? O zaman yazının devamını okumayın ve daha faydalı olduğunu düşündüğünüz bir şeyler yapın. Çünkü az sonra okuyacaklarınız yoğun olarak subjektivite içermekte olup kesinlikle haklı olduğunu düşünen insanların zihnine paraşütle atlama niteliğindedir. Bu insanların paraşütle atlayabilme ihtimali olmadığı gibi paraşütle atlayanların da iyi insanlar olmadığını düşünürler. Ama az sonra okuyacaklarınızla atlayacağınız yüksekliğin o kadar da fazla olmadığını söylemek isterim.

---

Tehlike: Ülkenin bölünmesi

Durum Özeti: 


Pis, iğrenç, kaba bir insan grubu vardır. Bunlar ülkenin doğusunda filan yaşar. Batısına da gelirler ama konuşmayı bilmezler. Başka iş yapamadıkları için hep en kötü işleri yaparlar.

Ara Sonuç 1: Adları Kürt olan ve doğuştan niteliksiz bir grup insan vardır.


Bunların yaşadığı yerlere devlet hep para gönderir, öğretmen gönderir, memur gönderir, ama bunlar çok nankördür. Uyuşturucu ticareti, kaçakçılık filan yaparlar. Bu çok kötüdür. Uyuşturucudan kazanılan parayla bunlar silah alır. Asker oraları düzenlemek için gider, bunlar dağa çıkar terörist olur. Bebek filan öldürürler, fotoğrafları vardır bunların gazetelerde. Askerlik vatan, namus borcu olan çok önemli bir şeydir. Askere giden gencecik fidanlar vardır. Bunların bazıları doğuya gidebilir. Bu kaderdir, yapacak bir şey yoktur. Vatan kanla sulandığı için çok önemli bir şeydir. İlkokulda bize olması gerektiği gibi öğretilmiştir ve bunu değiştirmeye çalışmak vatan hainliğidir. Doğunun nasıl bir yer olduğunu bilmesek de, orada insanların ne yaşadığını görmesek de Türkiye haritasının doğru olması konusuna özel önem vermek gerekir. Türkiye'ye ait yerleri bazı haritalarda başka isimlerle gösterenler vardır ki, bunlar işte hep Kürtler ve yandaşlarıdır.

Ara Sonuç 2: Kürtler vatan hainidir.


Devlet bu teröristlerin başını yakalayıp da asmaz, besler. Çok suçlu olan birinin yaşaması haksızlıktır. Ama devlet sonra bununla görüşmeye başlar. Bunun posterlerini asan küçük bir azınlık vardır. Bazen meydanlarda çok binlercesi toplanır ama ne anlatmak istediklerini kendileri de bilmez. Bunlar hep provokasyonla toplanan cahil halktır. Bunlar hep barış derler ama terörün barışı olmaz. Kandil'i dümdüz etmek filan çözüm olabilir. Zaten bu teröristler hep orada yaşar, oradaki birkaç yüz terörist ölürse herşey düzelir. Bazı yazarlar bu durumu çok boşluklu, kısa yazılarıyla yeterince açıklar. Bunun üzerine konuşmaya da gerek yoktur.

Ara Sonuç 3: Barış denen şey aslında dış güçlerin oyununa gelip teröristlere prim vermektir.

Eylem: Sosyal medyada isminin başına TC koymak, "yorumsuz" yorumuyla kaynağı ve doğruluğu belli olmayan yazılar paylaşmak

Sonuç: Ülkenin bölünmemesi

---


Siz de hayatınız boyunca paraşütle atlayamayacağınızı düşünüyorsanız, aradaki bölümü paylaşarak insanlara süreç, mesele, görüşme, akil, vb kelimelerle daha da karmaşık hale getirilen şeyi ne kadar da iyi bildiğinizi bilimsel bir bakış açısıyla anlatabilirsiniz. Benim hatırım için daha sonra da "Temizlik imandan gelir. F. Nietzsche" yazıp paylaşmayı da unutmayın, olur mu?

Monday, February 13, 2012

Şizofrenik Görüşmeler Silsilesi - 1

gencerozkazman.blogspot.com’un isim babası, konsept danışmanı, başyazarı, sorumsuz yazı işleri müdürü ve iflah olmaz patronu Gencer’in sayfayı kaderine terk etmiş olması üzerine uzun süren çalışmalarımız sonucunda kendisini İstanbul’un pek bilinmedik semtlerinden birinde perişan halde bulduk. Yine de sorularımıza gayet sakin bir tonda, makul cevaplar verdi. Biz de bu görüşmeleri bölüm bölüm yayınlamaya karar verdik burada, kendisinin de izniyle.

Merhaba, çok uzun zamandır sizi okuyamamıştık.
Evet, ben de öyle.

Neden yazmıyorsunuz?
Yazıyorum. Ama size görünmez olarak. Yazdıklarımı sadece ben ve kendim görüyoruz. Ben yazıyorum, kendim okuyor. Tartışıyoruz, değerlendiriyoruz. Hatta bazen kavga ediyoruz. Öyle kalıyor.

 

Hangi konularda yazıyorsunuz peki? Yani bizim göremediğimiz yazılar olarak?
Günde 3 kez bağlaç olan “de” ve “ki”leri ayıramayanları yazıyorum. Onları herkese görünür yaparsam takipçi ve okuyucu sayımda ciddi bir azalış olur. Arada dayanamayıp bir şeyler söyleyebiliyorum yine de. Bir ara bakanları filan yazdım, yok şu şöyle beceriksiz, bu böyle tutarsız diye. Ama o konu da hep “abi adamlar ülkeyi mahvettiler ya, çok haklısın” ile “abi bence iyi işler yapıyorlar, ben beğeniyorum” arasında sıkışıp kalıyor. Sonra gaz kaçırınca benim karizmaya oluyor bütün olan. Sonra müzik var, iş ile alakalı konular var, ama onlar belli kitlelere yönelik yazılar.

Bu ara en çok dikkatinizi çeken şey ne internette?
Şimdi hocam, insanlar artık iskambil oynama, chat yapma gibi olayları aştılar. Artık bir Word ya da Powerpoint dosyası açıp oraya yazı yazıp, kaydedip sosyal paylaşım sitelerinde paylaşabiliyorlar. Mesela adam kalbi kadar beyaz bir sayfaya yazmış “Hepimiz Ermeniyiz diyonuz ama Atatürk ne mutlu Türküm diyene dedi. Ya, nasıl lafı koydum ama?” diye. Bunu beğenip, paylaşıp, kendi paylaştığını beğeniyorlar, sonra yorum yapıyorlar, onu da kendileri beğeniyorlar, vb diye gidiyor. Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Bembeyaz bir sayfaya büyük puntolarla ve illa ki büyük harflerle yazılmış bir mesaj kadar beni etkileyen bir şey yok. O an bütün hayatımı gözden geçiriyorum. Hatta dünyayı bu mesajların kurtaracağını düşünüyorum, bu bir devrim olabilir.

Peki insanların internetteki ruh hali nasıl sizce? Türkiye’nin gidişatına bir etkisi olacak mı sizce bu ruh halinin?
Açıkçası inanılmaz şeyler oluyor. Bazen bilgisayar başına geçip bazı kişilerin paylaşım yapmasını bekliyorum. Ahmet işten 6’da çıkar, 7’de yemek yer, 8-10 arası dizisini izler, 10-12 arası da Facebook’a girip allah ne verdiyse paylaşmaya başlar diyorum. Siyasi mesajlar, toplumsal bilgilendirme çalışmaları, aydınlanmaya yönelik çabalar, ve tabi ki biraz da gülelim, eğlenelim durumları. Orada medeniyetin simgesi bir tavır var, ve bu medeniyet gösterisine şahit oluyorum her gün. Üzerine bir de tespitler saçılıyor, işte o zaman havalara uçuyorum. Bazen kendimden geçip “İşte bu!” diye bağırıyorum, hazırola geçmiş “Türkiyem, Türkiyem, cennetim” diye şarkı söylerken buluyorum kendimi.

Türkiye’de insanlar gündemi iyi takip ediyor mu sizce?
O da ne demek? Gündemi kendileri yaratıyorlar. Mesela edebiyata olan ilgileri mi yoğun o gün? Altında Aziz Nesin, Can Yücel gibi üstatların imzası olan kalpleri kadar temiz sayfalarda mesajlar paylaşıyorlar. Bazen mesela Aziz Nesin’in kadın-erkek ilişkileri ile ilgili sözlerini okuyorum, ilginç geliyor. Demek ki diyorum, benim edebiyat konusunda çok eksiğim var. En azından mantığımı kullanamadığım için kızıyorum kendime. Mesela ünlü bir yazar, gündeme yönelik hafif kışkırtıcı bir yazı mı yazmış? Hemen 3-4 senelik arşivler taranıyor ve bilgi paylaşımında doruğa ulaşılıyor.3-4 senelik bir yazı ile bugün arasında bağlantıların kurulması olayı eskisi gibi araştırma, analiz, inceleme süreçlerini içermiyor. “Paylaş”a basmak kadar kısa artık bu süre. Eski haberleri bugün olmuş gibi yansıtmak bence gazetecilikte bir milat olacak. Bu açıdan da aşırı derecede yenilikçi bir toplumuz bence. Maaşallah.

Devam edecek...

Sunday, August 07, 2011

Copy - Paste

Bilgisayardaki müzikleri aç. Yeni indirilenleri harici disktekilerle eşleştir, güncelleme yap. Telefona şarkı yükle. Dur! Yükleme! Hangisi daha günceldi? Kimi nereye "copy-paste" yaptık? Kimler ortada kaldı? Kimler mahçup oldu?

Alt tarafı müzik dinleyeceksin. Bilgisayarla bilgisayar olma.

Friday, August 05, 2011

Manifestoculuk

Manifesto yazmak nasıl bir şeydir? Yazılan şeye "aha bu manifesto oldu" mu denir, yoksa düşüne düşüne "bundan iyi manifesto çıkar" konumuna mı gelinir? İnsan niye manifesto yazma ihtiyacı duyar? Bütün bunları bilimsel olarak araştırmadan balıklama konuya dalmayı tercih ettim. Sonra da soruların hiçbirinin cevabından emin olamayıp aşağıdaki gibi bir taslak çıkardım. Katkılarınızı beklerim.


---

İnsan hakları konusundaki endişelerim (çok derin düşünüyorum imajı), ülkemizin mevcut gidişatından duyduğum kaygı (standart madde, değiştirilemez, oynanamaz), yönetim kademesindekilerin basiretsiz tutumları (birilerine dokundurma zorunluluğu), gençliğin potansiyelinin değerlendirilmesi konusunda gittikçe tükenen umutlarım (duygusal, entelektüel, toplumcu, kucaklayıcı yaklaşım) dolayısıyla yeni bir sosyal ve siyasi oluşumun bu ortamda vücut bulması için çalışmalarıma başlamış bulunuyorum. Adli sicil kaydım temizdir, eğitimim iyidir, tipim fena değildir, misyonum ve vizyonum vardır. Her tür belge (kimlik fotokopisi, ikametgah, imza sirküleri, ticaret sicil kaydı, ISO 9001, marka tescil, vb) gerekirse temin edilecektir. Bu doğrultuda toplumun geniş kesimlerinin hassasiyetlerini hem bütünsel hem de bireysel bir yaklaşımla ele alma konusunda motivasyonum tamdır (kitleye "her yola gelirim, belki seni de severim" mesajı). Uzun yıllar süren çalışmalarıma istinaden oluşturmuş olduğum siyasal çerçevenin vazgeçilmez ve zenginleştirilebilir ilkeleri şunlardır:

Hassasiyetçilik: Ülkemizin farklı görüş ve düşünceye sahip gruplarına ait hassasiyetlerin tamamının bir liste haline getirilerek tüm kamusal ve özel alanlarda sergilenme zorunluluğuna ve bu hassasiyetlerden herhangi birine saygısızlık yapanlara yönelik "Cezası 75 TL'dir" türü ifadelerle caydırıcılık sağlanması esasına dayanır.

Terbiyecilik: Halkın yoğun olarak bulunduğu bölgelerde üç kişi kaldırımda yan yana yürümek, elini kolunu fazla sallamak, yüksek sesle konuşarak dikkat çekmek, karşı cins ile münasebette ileri gitmek, ilerlenmesi gereken yerde arkaya doğru ilerlememek, sıranın önlerine kaynamaya çalışmak gibi toplum huzurunu bozan davranışlar için terbiyeci kuvvetler vasıtasıyla hızlı ve doğrudan çözümler üretme düsturudur.

İndeksçilik: Türkiye'nin, çeşitli Dünya kuruluşları tarafından yayımlanan muhtelif indekslerde hangi Afrika ülkesinin altında kaldığı merakının sona erdirilmesi, indekslerin özel yetiştirilmiş indeks kuvvetleri tarafından takip edilmesi, bu indekslere yönelik puan kazandırıcı çalışmalarla gidebildiğimiz yere kadar gidilmesi esasına dayanır.

Ağabeycilik: Toplumun nüfus yoğunluğuna göre belirlenecek, kıraathane, boş arsa, metruk bina, mahalle bakkalı, alışveriş merkezi kafeteryası, işlek cadde restoranı türü yerlerde, akıl danışmak suretiyle gündelik sorunlara kısa ve orta vadeli pratik çözümler getirecek tok sesli ve karizmatik, 50-60 yaş civarında "ağabey"lerin konuşlandırılması yaklaşımıdır.

Jüricilik: Özellikle farklı nitelikteki insanların aynı platformda yarışmasına dayalı yetenek yarışması, iş görüşmesi, eş seçimi gibi kritik süreçlere yönelik profesyonel jüri sistemine geçilmesi ve her uzmanlık alanına göre emekli olduktan sonra 12 ay zorunlu olarak her vatandaşın bu sisteme dahil olmasını içeren sosyal mekanizmadır.

Yandaşçılık: Farklı kesimlerin özgüvenini artırmaya yönelik olarak, kariyer, eş seçimi, siyaset ve her tür sosyal ortamda yalnızlık çeken bireylere profesyonel yandaş kadrosu atanması ve kişinin eylemlerinin yandaş tarafından koşulsuz olarak sözler, jestler ve mimiklerle desteklenmesi esasına dayanan stratejidir.

Benmerkezcilik: Bir konuda deneyimlerini ve bilgilerini paylaşan kişinin söylediklerini bir noktadan sonra daha az dinlemeye, sözlerin sık sık "ben..." ile başlayan cümlelerle kesilmesine dayanan ve kişisel tatmin düzeyinin artırılmasını hedef alan sosyal ülküdür.

Feysçilik: Halk arasında "feys" olarak kabul görmüş olan Facebook sosyal paylaşım sitesinin, halkın tüm kesimleri tarafından aktif olarak kullanılmasını, berber, bakkal, terzi, ağdacı, tamirci, doktor, vb dahil olmak üzere kişinin başvurduğu, günlük faaliyetlerini destekleyici diğer tüm kişileri sosyal ağına eklemesini, bu kişilerle iletişimini ilgili mecrada daha aktif sürdürmesini esas alan eylemler bütünüdür.

Örovizyonculuk: "Eurovision" olarak bilinen şarkı yarışmasına katılacak olan şarkı ve şarkıcı seçimi konusunda üst kurulların yasayla belirlenecek şartlarda kurulmasını, bize puan vermeyen ülkelerle ilişkilerin gözden geçirilerek gerektiğinde ültimatom verilmesini, "Hedef 12" stratejisi ile ülkelere temsilciler gönderilerek 12 puan için gerekli propaganda çalışmalarının yapılmasını kapsayan çerçeve planıdır.

Milletimizin hiçbir şüphesi olmasın ki, ekonomi, dış politika, eğitim, vb konularda yılların verdiği birikimle en iyisi neyse onu biz yaparızdır. Söz milletindir, vatan bütündür, teröristler kahrolsundur, dini değerler değerlidir, millete kötülük yapan karşısında beni bulur, paranın ne önemi vardır, mühim olan insanlıktır, bu manifestodaki birtakım sayıların toplamı illa ki kırk yapar, kırk bir kere maaşallahtır.
---

Monday, August 01, 2011

Arıyorum

Yeni bir kelime arıyorum. "Proje" niyetine. Proje demeye niyetlendiğimde yakışıklı yazılışı ile ortaya çıkıp "şşt, tamam" diyecek. Dillere pelesenk olmayacak. Yavan ağızlarda çiğnenmeyecek. Sınırları anlaşmalarla çizili zihinlerde kendine yer etmeyecek. Amaçsız bakışların karanlık diplerinde kaybolmayacak. Kitlelerle ruhsuz bedenlerin dilinde buluşmayacak. Aceleci ellerin çevirdiği sayfaların arasında kirlenmeyecek.

Arıyorum öyle.

Sunday, June 26, 2011

Deli ile Ucube

Önüne bakarak yürüyordu yine. Ayakkabılarını boyayıp gitmişti bu sefer kahveye ama yine fayda etmemiş, rezil olup dönmüştü arkasına bakmadan. Hem isim de takmaya başlamışlardı artık. Köyün internet kullanan, profil fotoğrafı sahibi, uzun ense tıraşlı, pek modern gençleri arkasından “artiz köylü” diye seslenip “artiz ne arar la köyde?” diye ekleyince ne demek istediklerini anlamasa da pek önem vermiyordu artık. Yine karısından bir sürü laf işitecekti, yine kafasında bin türlü umutsuzlukla muhtelif haşereler için ilaç almaya gidecekti çarşıya. Tarlaya da gitmesine kızıyordu aslında karısı. Ona göre bu işlere hep tarlada bir başına kalınca şeytanla muhabbet etmekten girmişti.

Üç sene önce başlamıştı her şey. Kendini kapısında bulduğu üniversite hocasına nasıl ulaştığını anlamıyordu. Önceleri üniversitelerin öyle kolay girilen yerler olmadığını zannederdi. Sınava girip de mimar çıkan olmamıştı hiç köylerinden şimdiye kadar. Bir kere eski muhtarın yeğeni için ziraat mühendisi olacak demişlerdi ama iki üç sene gidip geldikten sonra artık gitmemeye başlamıştı o da. Sonra ufak bir bakkal açtı, evlendi, üniversitenin lafı olmadı köyde. Zor olmasa elbet okulu bitirir, gerine gerine dolaşırdı çocuk. Aptal değildi ya.

Üniversiteye gitmeden önce haftalarca düşünmüştü. Ne diyecekti? Nasıl konuşacaktı? Nasıl giyinecekti? Üniversite çok önemliydi. İlk kurulurken herkes “şehre bolluk, bereket gelecek” deyip duruyordu. İlk birkaç sene tarladan üç beş kuruş fazla kazanmıştı aslında, yalan değil. Ama o ara da iyi yağmur yağmıştı, onunla da alakalı olabilirdi. Zaten babasından kalan bir buçuk dönüm arazi köydeki en verimsiz yerdi. Yıl boyu sanki köye ayrılan güneşin tamamını dikine alan bu illet yere ne ekse olmuyor, her sene çürük malları yok fiyata satarken milletin ağzına sakız olmaktan kurtulamıyordu. Düşüne düşüne sonunda bir Pazartesi günü erkenden kalkmış, şehir merkezinin yakınındaki üniversitede bulmuştu kendini. Kapıdan girerken “mimarlık fakültesinden bir hocayla görüşecektim, köyde bizim bir iş vardı” deyince güvenlikteki genç çocuk “abi aç kapıyı, Enis Hoca’nın projesi için gelmiş” deyince sevinmişti. Bu Enis Hoca muhtemelen kendisi gibi yardıma ihtiyaç duyanların fikir danıştığı biriydi. “Esaslı adammış, görev edinmiş ki hemen kabul ettiler” demişti içinden. Bugüne kadar hep gazetelerden okuduğu, televizyonlardan dinlediği, genelde kavgalar yüzünden haberlerde yer bulan üniversitedeki kalabalık heyecanlandırmıştı onu. “Gençleri birbirine düşürüyorlar” diye üzülürdü hep haberlerde görünce.

Karanlık, soğuk fakülte binasının içinde sora sora bulmuştu Enis Hoca’nın odasını. “Prof. Dr. Enis Pekoğlu” yazısına baktı uzun uzun. Adı da soyadı da bir garipti. “Prof” yazısının profesör demek olduğunu anlamıştı. “Önemli adam” diye düşündü. Bir süre ne diyeceğini tekrar etmeye çalıştı, ama fayda etmedi. Çok heyecanlanmıştı. Birkaç dakika sonra girmeye karar verdi, üç kere çaldı kapıyı. Ses çıkmayınca açmak istedi. Kilitliydi. Eh, koskoca profesörün onu bekleyecek hali yoktu. “Ben onu beklerim” dedi. Aşağıya inerken, az önce heyecandan fark etmediği bir sürü resim, çizim ve haritaya bakıp durdu. En çok da kapısında “Mimarlık Kulübü” yazan odanın önünde durmuştu. Ne olduğunu tam anlamadığı bir resimdi dikkatini çeken. Aklındaki şeyler birbirine girmişti. Kafasının motoru ısınmıştı galiba yine, karısı öyle derdi. Hem düşünüp hem de sağa sola bakınıp aşağı doğru inerken yanık bir ekmek kokusunu duyunca kantine yaklaştığını anlayıp “çay içerim” diye düşündü ve oraya doğru yöneldi. Çok acayip gençler vardı. Yeşil takım elbisesi ve şapkasıyla garip hissetti kendini, şapkasını çıkardı. “Bey amca bir şey mi istedin? Burayı kapatma bak gençler bekliyor” diyen kantinci genç çocuğa baktı. Utanmıştı. Gençlere yol verecekken kantinci çocuk “söyle amca, onlar yabancı değil” deyince “bi çay” diyebildi. Plastikte verilen çaya baktı. İçesi gelmedi ama ayıp olur diye düşünerek tenhada boş bir masaya gitti, oturdu.

Altıncı gidişinden sonra kapısındaki resme takılıp kaldığı Mimarlık Kulübü’nden gençler merak edip onu içeri davet etmiş, derdini dinlemişti. Bazıları dalga geçip ilgilenmemiş, ilgilenen diğerlerine de “işimiz var” deyip kızmışlardı bile. Kızıl saçlı, kısa boylu bir kız ciddi ciddi dinlemiş ama pek ikna olmamıştı sanki. “Bey amca, o tam senin düşündüğün şey değil” filan demiş ama ikna da edememişti. Yine de kapıdaki resmi vermeyi kabul etmişti. “Niye Enis Hoca’yı arıyorsun ki? O biraz delidir. Pazartesi günleri de gelmez zaten. Çarşamba sabah gel, garanti bulursun yerinde” dediğinde havalara uçacaktı. O gün eve koşarak gitmişti, koltuk altında özenle sakladığı resim ile. Kahveye koşup “buldum işte!” diye kahvenin ortasında resmi açtığında o dizilerde filmlerde dalga geçilen, kahvenin ortasındaki yalnız adam durumuna düştüğünü hissetmişti. Daha dün askerden gelen çocuklar bile gülüyordu resme bakarak. Bir şey diyememişti. Hayatı boyunca böyleydi. Karısı hep kızardı, “ezdirme kendini çoluk çocuğa” diye ama fayda etmezdi.

Sekizinci kez üniversiteye gidişinde karısı iyice delirmişti. “Kızın yaşındakilere bakmaya mı gidiyorsun, utanmaz deyyus!” diyerek kapıyı suratına çarpmıştı. Üzülüyordu ama o kadar da umursamıyordu artık. Bu kez Enis Hoca’yı görecekti, emindi. Sabaha kadar uyuyamamıştı. Geçen Çarşamba hasta olduğunu söylemişlerdi. Bu sefer koltuğunun altında o resim, başı önde, şapkası elinde, ilk defa söyleyeceklerini aklında tekrar ederek bekliyordu. Saat dokuzu biraz geçiyordu ki elli yaşlarında, hafif uzun, beyaz saçlı, orta boylu, biraz kilolu, kalın gözlüklü bir adamın odaya gelişiyle kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Adam gözlüklerinin üstünden şöyle bir bakıp “kimi aradın?” diye sordu. “Enis Hoca’ya bakmıştım, bir konu vardı da” deyiverdi. Şaşıran hoca biraz duraksayıp “e gel bakalım, benim” dedi. Odada sayısız kitap dışında dikkate değer bir şey yoktu. Eski, ahşap, koyu kahverengi masanın üzeri de birkaç kağıt ile dağınık duran üç beş kalem dışında boş sayılırdı. Biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Koskoca hocanın odasında türlü resimler, garip şekiller, acayip bir sürü şey olur diye hayal etmişti. Hoca sabırsızca elindeki kitapları masaya bıraktı, yerine geçip “anlat bakalım” dedi. Aylardır kendi kendine anlattığı şeyleri bir çırpıda anlatıverdi. “Hocam, ben tarlama güneşi kesecek büyükçe bir beton duvar yaptırmak istiyorum. Ama beton duvarın arasından güneş girebilsin ki, hem tarla hiç güneşsiz kalmasın, hem de o araya güneşe dayanan bir şeyler de ekeyim. Sizin öğrencilerin bir çalışmasını gördüm, sağ olsunlar verdiler resmini. Tam böyle bir şey işte hocam” deyip resmi hocanın önüne koydu. Hoca pek umursamamış gibi “kardeşim iyi de burası inşaat şirketi değil ki, üniversite” diye söylenerek açtı resmi. Resmi görünce gözleri açılan hocaya bakınca heyecanı artmıştı. İçinden “beğendi galiba resmi” dedi. Hocanın kocaman olan gözleri birden küçülmüş, suratını alaycı bir gülümseme kaplamıştı. “Heh heh. Bunların bir de The Wall diye albümleri var. Bak sen onu da dinle, dört tarafı duvarla kaplı tarla bile yaparsın kendine” deyip resmi atıverdi önüne. “Hiç mi olmaz hocam?” deyip son kez şansını denedi. “Git başımdan adam, git inşaatçıya mı duvarcıya mı nereye gidersen yaptır. Deli misin nesin” cevabını alınca ağzından başka kelime çıkmadı ağzından. Resmi alıp çıktı.

Üniversiteye bir daha gitmemişti. Ama şehre gittiği günlerden birinde büyükçe bir parşömen kağıt ile bir sürü kalem almıştı. Verdiği paraya kızmıştı tabi karısı. Kahvede anlatmıyordu ne yaptığını. Kendi kendine üniversiteden aldığı resmi çizip ölçülerini de kabataslak yazıyordu. Birkaç hafta uğraşmış, sonunda istediği gibi olmuştu. Yirmi beş metre yüksekliğindeki duvarın resmini karısı ilk gördüğünde anlamamış, “o dinsiz üniversite hocaları soktu kesin bu şeytan işlerini kafana, bu ucubeyi tarlaya dikersen rezil oluruz el aleme” deyip yine bağırıp çağırmıştı. Kararlıydı, yapacaktı. İşin tarlasında, güneşinde değildi artık. Öylesine inanmıştı bu işe. Her hafta şehre gittiğinde bir traktör dolusu tuğla, torba torba çimento ile dönüyordu. Gitgide büyüyen “Ucube” dışında bir şeyle uğraşmıyordu artık. Tarla umurunda değildi. Köyde adı deliye çıktığında, tek başına yapmaya çalıştığı Ucube artık yavaş yavaş resimdekine benzemeye başlamıştı. Andırıyor gibiydi sanki.

Köyde kimseye güveni kalmadığından muhtarın evine kadar gelip uyarmasını da hiç takmamış, işine devam etmişti. Bir iki kez daha gelmişti muhtar o yokken. En sonunda jandarma, kepçeler, ve kamyonlarla gelmişti. Tarlaya dikilen Ucube yüzünden defalarca kavga ettiği bitişikteki tarlanın sahibi, Ucube’nin boyutları artık bir evi fazlasıyla geçince şikayet etmişti, inşaat yüzünden tarlaya zarar veriyor diyerek. Tarlaya ev dikmeye karışmazlardı belki, ama Ucube’nin boyunu görünce “devlet” de dayanamamıştı. İskeleler, harç kazanları, tuğlalar, çimento yığınları ile inşaata dönen tarlaya devlet eli değmişti. Birkaç saat içinde yıktılar Ucube’yi. Durduramamıştı, jandarma alıp götürmüştü onu da. Birkaç hafta misafir ettiler.

Üniversite hocası ve köylülerden sonra devletten de “deli” yaftasını yiyip köye döndüğünde savaş alanına dönmüş bir tarla ve çocuklarla birlikte annesine giden karısının bıraktığı boş ev kalmıştı ona. Deli işleri ile uğraşmaması şartıyla eve dönen karısından gizli gizli çıkarıp baktığı resim ona ilham veriyordu artık. Gün aşırı kahveye gidip domatesler olunca toplayan makine, fazla suyu tarladan toplayan kanal, haşereden korumak için fidelere hava üfleyen hortum gibi fikirlerini anlatıyor, her seferinde de maskara oluyordu köylüye. Ne dese inanmıyordu kimse artık. Tozlanan ayakkabılarıyla Ucube’sinin mezarı, yeniden domates diktiği tarlasından geçerken yarın sabah gidip tozlanmayan ayakkabı fikrini anlatmayı düşündü. Gidip biraz çalışmaya karar verdi. Ahırdan geçen kurbanda tuzlayıp sakladığı koyun derisi ile büyük makası alıp içeri girdi.