Sunday, June 26, 2011

Deli ile Ucube

Önüne bakarak yürüyordu yine. Ayakkabılarını boyayıp gitmişti bu sefer kahveye ama yine fayda etmemiş, rezil olup dönmüştü arkasına bakmadan. Hem isim de takmaya başlamışlardı artık. Köyün internet kullanan, profil fotoğrafı sahibi, uzun ense tıraşlı, pek modern gençleri arkasından “artiz köylü” diye seslenip “artiz ne arar la köyde?” diye ekleyince ne demek istediklerini anlamasa da pek önem vermiyordu artık. Yine karısından bir sürü laf işitecekti, yine kafasında bin türlü umutsuzlukla muhtelif haşereler için ilaç almaya gidecekti çarşıya. Tarlaya da gitmesine kızıyordu aslında karısı. Ona göre bu işlere hep tarlada bir başına kalınca şeytanla muhabbet etmekten girmişti.

Üç sene önce başlamıştı her şey. Kendini kapısında bulduğu üniversite hocasına nasıl ulaştığını anlamıyordu. Önceleri üniversitelerin öyle kolay girilen yerler olmadığını zannederdi. Sınava girip de mimar çıkan olmamıştı hiç köylerinden şimdiye kadar. Bir kere eski muhtarın yeğeni için ziraat mühendisi olacak demişlerdi ama iki üç sene gidip geldikten sonra artık gitmemeye başlamıştı o da. Sonra ufak bir bakkal açtı, evlendi, üniversitenin lafı olmadı köyde. Zor olmasa elbet okulu bitirir, gerine gerine dolaşırdı çocuk. Aptal değildi ya.

Üniversiteye gitmeden önce haftalarca düşünmüştü. Ne diyecekti? Nasıl konuşacaktı? Nasıl giyinecekti? Üniversite çok önemliydi. İlk kurulurken herkes “şehre bolluk, bereket gelecek” deyip duruyordu. İlk birkaç sene tarladan üç beş kuruş fazla kazanmıştı aslında, yalan değil. Ama o ara da iyi yağmur yağmıştı, onunla da alakalı olabilirdi. Zaten babasından kalan bir buçuk dönüm arazi köydeki en verimsiz yerdi. Yıl boyu sanki köye ayrılan güneşin tamamını dikine alan bu illet yere ne ekse olmuyor, her sene çürük malları yok fiyata satarken milletin ağzına sakız olmaktan kurtulamıyordu. Düşüne düşüne sonunda bir Pazartesi günü erkenden kalkmış, şehir merkezinin yakınındaki üniversitede bulmuştu kendini. Kapıdan girerken “mimarlık fakültesinden bir hocayla görüşecektim, köyde bizim bir iş vardı” deyince güvenlikteki genç çocuk “abi aç kapıyı, Enis Hoca’nın projesi için gelmiş” deyince sevinmişti. Bu Enis Hoca muhtemelen kendisi gibi yardıma ihtiyaç duyanların fikir danıştığı biriydi. “Esaslı adammış, görev edinmiş ki hemen kabul ettiler” demişti içinden. Bugüne kadar hep gazetelerden okuduğu, televizyonlardan dinlediği, genelde kavgalar yüzünden haberlerde yer bulan üniversitedeki kalabalık heyecanlandırmıştı onu. “Gençleri birbirine düşürüyorlar” diye üzülürdü hep haberlerde görünce.

Karanlık, soğuk fakülte binasının içinde sora sora bulmuştu Enis Hoca’nın odasını. “Prof. Dr. Enis Pekoğlu” yazısına baktı uzun uzun. Adı da soyadı da bir garipti. “Prof” yazısının profesör demek olduğunu anlamıştı. “Önemli adam” diye düşündü. Bir süre ne diyeceğini tekrar etmeye çalıştı, ama fayda etmedi. Çok heyecanlanmıştı. Birkaç dakika sonra girmeye karar verdi, üç kere çaldı kapıyı. Ses çıkmayınca açmak istedi. Kilitliydi. Eh, koskoca profesörün onu bekleyecek hali yoktu. “Ben onu beklerim” dedi. Aşağıya inerken, az önce heyecandan fark etmediği bir sürü resim, çizim ve haritaya bakıp durdu. En çok da kapısında “Mimarlık Kulübü” yazan odanın önünde durmuştu. Ne olduğunu tam anlamadığı bir resimdi dikkatini çeken. Aklındaki şeyler birbirine girmişti. Kafasının motoru ısınmıştı galiba yine, karısı öyle derdi. Hem düşünüp hem de sağa sola bakınıp aşağı doğru inerken yanık bir ekmek kokusunu duyunca kantine yaklaştığını anlayıp “çay içerim” diye düşündü ve oraya doğru yöneldi. Çok acayip gençler vardı. Yeşil takım elbisesi ve şapkasıyla garip hissetti kendini, şapkasını çıkardı. “Bey amca bir şey mi istedin? Burayı kapatma bak gençler bekliyor” diyen kantinci genç çocuğa baktı. Utanmıştı. Gençlere yol verecekken kantinci çocuk “söyle amca, onlar yabancı değil” deyince “bi çay” diyebildi. Plastikte verilen çaya baktı. İçesi gelmedi ama ayıp olur diye düşünerek tenhada boş bir masaya gitti, oturdu.

Altıncı gidişinden sonra kapısındaki resme takılıp kaldığı Mimarlık Kulübü’nden gençler merak edip onu içeri davet etmiş, derdini dinlemişti. Bazıları dalga geçip ilgilenmemiş, ilgilenen diğerlerine de “işimiz var” deyip kızmışlardı bile. Kızıl saçlı, kısa boylu bir kız ciddi ciddi dinlemiş ama pek ikna olmamıştı sanki. “Bey amca, o tam senin düşündüğün şey değil” filan demiş ama ikna da edememişti. Yine de kapıdaki resmi vermeyi kabul etmişti. “Niye Enis Hoca’yı arıyorsun ki? O biraz delidir. Pazartesi günleri de gelmez zaten. Çarşamba sabah gel, garanti bulursun yerinde” dediğinde havalara uçacaktı. O gün eve koşarak gitmişti, koltuk altında özenle sakladığı resim ile. Kahveye koşup “buldum işte!” diye kahvenin ortasında resmi açtığında o dizilerde filmlerde dalga geçilen, kahvenin ortasındaki yalnız adam durumuna düştüğünü hissetmişti. Daha dün askerden gelen çocuklar bile gülüyordu resme bakarak. Bir şey diyememişti. Hayatı boyunca böyleydi. Karısı hep kızardı, “ezdirme kendini çoluk çocuğa” diye ama fayda etmezdi.

Sekizinci kez üniversiteye gidişinde karısı iyice delirmişti. “Kızın yaşındakilere bakmaya mı gidiyorsun, utanmaz deyyus!” diyerek kapıyı suratına çarpmıştı. Üzülüyordu ama o kadar da umursamıyordu artık. Bu kez Enis Hoca’yı görecekti, emindi. Sabaha kadar uyuyamamıştı. Geçen Çarşamba hasta olduğunu söylemişlerdi. Bu sefer koltuğunun altında o resim, başı önde, şapkası elinde, ilk defa söyleyeceklerini aklında tekrar ederek bekliyordu. Saat dokuzu biraz geçiyordu ki elli yaşlarında, hafif uzun, beyaz saçlı, orta boylu, biraz kilolu, kalın gözlüklü bir adamın odaya gelişiyle kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Adam gözlüklerinin üstünden şöyle bir bakıp “kimi aradın?” diye sordu. “Enis Hoca’ya bakmıştım, bir konu vardı da” deyiverdi. Şaşıran hoca biraz duraksayıp “e gel bakalım, benim” dedi. Odada sayısız kitap dışında dikkate değer bir şey yoktu. Eski, ahşap, koyu kahverengi masanın üzeri de birkaç kağıt ile dağınık duran üç beş kalem dışında boş sayılırdı. Biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Koskoca hocanın odasında türlü resimler, garip şekiller, acayip bir sürü şey olur diye hayal etmişti. Hoca sabırsızca elindeki kitapları masaya bıraktı, yerine geçip “anlat bakalım” dedi. Aylardır kendi kendine anlattığı şeyleri bir çırpıda anlatıverdi. “Hocam, ben tarlama güneşi kesecek büyükçe bir beton duvar yaptırmak istiyorum. Ama beton duvarın arasından güneş girebilsin ki, hem tarla hiç güneşsiz kalmasın, hem de o araya güneşe dayanan bir şeyler de ekeyim. Sizin öğrencilerin bir çalışmasını gördüm, sağ olsunlar verdiler resmini. Tam böyle bir şey işte hocam” deyip resmi hocanın önüne koydu. Hoca pek umursamamış gibi “kardeşim iyi de burası inşaat şirketi değil ki, üniversite” diye söylenerek açtı resmi. Resmi görünce gözleri açılan hocaya bakınca heyecanı artmıştı. İçinden “beğendi galiba resmi” dedi. Hocanın kocaman olan gözleri birden küçülmüş, suratını alaycı bir gülümseme kaplamıştı. “Heh heh. Bunların bir de The Wall diye albümleri var. Bak sen onu da dinle, dört tarafı duvarla kaplı tarla bile yaparsın kendine” deyip resmi atıverdi önüne. “Hiç mi olmaz hocam?” deyip son kez şansını denedi. “Git başımdan adam, git inşaatçıya mı duvarcıya mı nereye gidersen yaptır. Deli misin nesin” cevabını alınca ağzından başka kelime çıkmadı ağzından. Resmi alıp çıktı.

Üniversiteye bir daha gitmemişti. Ama şehre gittiği günlerden birinde büyükçe bir parşömen kağıt ile bir sürü kalem almıştı. Verdiği paraya kızmıştı tabi karısı. Kahvede anlatmıyordu ne yaptığını. Kendi kendine üniversiteden aldığı resmi çizip ölçülerini de kabataslak yazıyordu. Birkaç hafta uğraşmış, sonunda istediği gibi olmuştu. Yirmi beş metre yüksekliğindeki duvarın resmini karısı ilk gördüğünde anlamamış, “o dinsiz üniversite hocaları soktu kesin bu şeytan işlerini kafana, bu ucubeyi tarlaya dikersen rezil oluruz el aleme” deyip yine bağırıp çağırmıştı. Kararlıydı, yapacaktı. İşin tarlasında, güneşinde değildi artık. Öylesine inanmıştı bu işe. Her hafta şehre gittiğinde bir traktör dolusu tuğla, torba torba çimento ile dönüyordu. Gitgide büyüyen “Ucube” dışında bir şeyle uğraşmıyordu artık. Tarla umurunda değildi. Köyde adı deliye çıktığında, tek başına yapmaya çalıştığı Ucube artık yavaş yavaş resimdekine benzemeye başlamıştı. Andırıyor gibiydi sanki.

Köyde kimseye güveni kalmadığından muhtarın evine kadar gelip uyarmasını da hiç takmamış, işine devam etmişti. Bir iki kez daha gelmişti muhtar o yokken. En sonunda jandarma, kepçeler, ve kamyonlarla gelmişti. Tarlaya dikilen Ucube yüzünden defalarca kavga ettiği bitişikteki tarlanın sahibi, Ucube’nin boyutları artık bir evi fazlasıyla geçince şikayet etmişti, inşaat yüzünden tarlaya zarar veriyor diyerek. Tarlaya ev dikmeye karışmazlardı belki, ama Ucube’nin boyunu görünce “devlet” de dayanamamıştı. İskeleler, harç kazanları, tuğlalar, çimento yığınları ile inşaata dönen tarlaya devlet eli değmişti. Birkaç saat içinde yıktılar Ucube’yi. Durduramamıştı, jandarma alıp götürmüştü onu da. Birkaç hafta misafir ettiler.

Üniversite hocası ve köylülerden sonra devletten de “deli” yaftasını yiyip köye döndüğünde savaş alanına dönmüş bir tarla ve çocuklarla birlikte annesine giden karısının bıraktığı boş ev kalmıştı ona. Deli işleri ile uğraşmaması şartıyla eve dönen karısından gizli gizli çıkarıp baktığı resim ona ilham veriyordu artık. Gün aşırı kahveye gidip domatesler olunca toplayan makine, fazla suyu tarladan toplayan kanal, haşereden korumak için fidelere hava üfleyen hortum gibi fikirlerini anlatıyor, her seferinde de maskara oluyordu köylüye. Ne dese inanmıyordu kimse artık. Tozlanan ayakkabılarıyla Ucube’sinin mezarı, yeniden domates diktiği tarlasından geçerken yarın sabah gidip tozlanmayan ayakkabı fikrini anlatmayı düşündü. Gidip biraz çalışmaya karar verdi. Ahırdan geçen kurbanda tuzlayıp sakladığı koyun derisi ile büyük makası alıp içeri girdi.




2 comments:

Gencer Özkazman said...

Bir Cumartesi günü bir saat telefonda konuştuğum, o tanımadığım Uşaklı köylüye ilham için hürmetlerimi sunarım.

Hasan Arslan said...

Abi, güzel olmuş.