Sunday, August 07, 2011

Copy - Paste

Bilgisayardaki müzikleri aç. Yeni indirilenleri harici disktekilerle eşleştir, güncelleme yap. Telefona şarkı yükle. Dur! Yükleme! Hangisi daha günceldi? Kimi nereye "copy-paste" yaptık? Kimler ortada kaldı? Kimler mahçup oldu?

Alt tarafı müzik dinleyeceksin. Bilgisayarla bilgisayar olma.

Friday, August 05, 2011

Manifestoculuk

Manifesto yazmak nasıl bir şeydir? Yazılan şeye "aha bu manifesto oldu" mu denir, yoksa düşüne düşüne "bundan iyi manifesto çıkar" konumuna mı gelinir? İnsan niye manifesto yazma ihtiyacı duyar? Bütün bunları bilimsel olarak araştırmadan balıklama konuya dalmayı tercih ettim. Sonra da soruların hiçbirinin cevabından emin olamayıp aşağıdaki gibi bir taslak çıkardım. Katkılarınızı beklerim.


---

İnsan hakları konusundaki endişelerim (çok derin düşünüyorum imajı), ülkemizin mevcut gidişatından duyduğum kaygı (standart madde, değiştirilemez, oynanamaz), yönetim kademesindekilerin basiretsiz tutumları (birilerine dokundurma zorunluluğu), gençliğin potansiyelinin değerlendirilmesi konusunda gittikçe tükenen umutlarım (duygusal, entelektüel, toplumcu, kucaklayıcı yaklaşım) dolayısıyla yeni bir sosyal ve siyasi oluşumun bu ortamda vücut bulması için çalışmalarıma başlamış bulunuyorum. Adli sicil kaydım temizdir, eğitimim iyidir, tipim fena değildir, misyonum ve vizyonum vardır. Her tür belge (kimlik fotokopisi, ikametgah, imza sirküleri, ticaret sicil kaydı, ISO 9001, marka tescil, vb) gerekirse temin edilecektir. Bu doğrultuda toplumun geniş kesimlerinin hassasiyetlerini hem bütünsel hem de bireysel bir yaklaşımla ele alma konusunda motivasyonum tamdır (kitleye "her yola gelirim, belki seni de severim" mesajı). Uzun yıllar süren çalışmalarıma istinaden oluşturmuş olduğum siyasal çerçevenin vazgeçilmez ve zenginleştirilebilir ilkeleri şunlardır:

Hassasiyetçilik: Ülkemizin farklı görüş ve düşünceye sahip gruplarına ait hassasiyetlerin tamamının bir liste haline getirilerek tüm kamusal ve özel alanlarda sergilenme zorunluluğuna ve bu hassasiyetlerden herhangi birine saygısızlık yapanlara yönelik "Cezası 75 TL'dir" türü ifadelerle caydırıcılık sağlanması esasına dayanır.

Terbiyecilik: Halkın yoğun olarak bulunduğu bölgelerde üç kişi kaldırımda yan yana yürümek, elini kolunu fazla sallamak, yüksek sesle konuşarak dikkat çekmek, karşı cins ile münasebette ileri gitmek, ilerlenmesi gereken yerde arkaya doğru ilerlememek, sıranın önlerine kaynamaya çalışmak gibi toplum huzurunu bozan davranışlar için terbiyeci kuvvetler vasıtasıyla hızlı ve doğrudan çözümler üretme düsturudur.

İndeksçilik: Türkiye'nin, çeşitli Dünya kuruluşları tarafından yayımlanan muhtelif indekslerde hangi Afrika ülkesinin altında kaldığı merakının sona erdirilmesi, indekslerin özel yetiştirilmiş indeks kuvvetleri tarafından takip edilmesi, bu indekslere yönelik puan kazandırıcı çalışmalarla gidebildiğimiz yere kadar gidilmesi esasına dayanır.

Ağabeycilik: Toplumun nüfus yoğunluğuna göre belirlenecek, kıraathane, boş arsa, metruk bina, mahalle bakkalı, alışveriş merkezi kafeteryası, işlek cadde restoranı türü yerlerde, akıl danışmak suretiyle gündelik sorunlara kısa ve orta vadeli pratik çözümler getirecek tok sesli ve karizmatik, 50-60 yaş civarında "ağabey"lerin konuşlandırılması yaklaşımıdır.

Jüricilik: Özellikle farklı nitelikteki insanların aynı platformda yarışmasına dayalı yetenek yarışması, iş görüşmesi, eş seçimi gibi kritik süreçlere yönelik profesyonel jüri sistemine geçilmesi ve her uzmanlık alanına göre emekli olduktan sonra 12 ay zorunlu olarak her vatandaşın bu sisteme dahil olmasını içeren sosyal mekanizmadır.

Yandaşçılık: Farklı kesimlerin özgüvenini artırmaya yönelik olarak, kariyer, eş seçimi, siyaset ve her tür sosyal ortamda yalnızlık çeken bireylere profesyonel yandaş kadrosu atanması ve kişinin eylemlerinin yandaş tarafından koşulsuz olarak sözler, jestler ve mimiklerle desteklenmesi esasına dayanan stratejidir.

Benmerkezcilik: Bir konuda deneyimlerini ve bilgilerini paylaşan kişinin söylediklerini bir noktadan sonra daha az dinlemeye, sözlerin sık sık "ben..." ile başlayan cümlelerle kesilmesine dayanan ve kişisel tatmin düzeyinin artırılmasını hedef alan sosyal ülküdür.

Feysçilik: Halk arasında "feys" olarak kabul görmüş olan Facebook sosyal paylaşım sitesinin, halkın tüm kesimleri tarafından aktif olarak kullanılmasını, berber, bakkal, terzi, ağdacı, tamirci, doktor, vb dahil olmak üzere kişinin başvurduğu, günlük faaliyetlerini destekleyici diğer tüm kişileri sosyal ağına eklemesini, bu kişilerle iletişimini ilgili mecrada daha aktif sürdürmesini esas alan eylemler bütünüdür.

Örovizyonculuk: "Eurovision" olarak bilinen şarkı yarışmasına katılacak olan şarkı ve şarkıcı seçimi konusunda üst kurulların yasayla belirlenecek şartlarda kurulmasını, bize puan vermeyen ülkelerle ilişkilerin gözden geçirilerek gerektiğinde ültimatom verilmesini, "Hedef 12" stratejisi ile ülkelere temsilciler gönderilerek 12 puan için gerekli propaganda çalışmalarının yapılmasını kapsayan çerçeve planıdır.

Milletimizin hiçbir şüphesi olmasın ki, ekonomi, dış politika, eğitim, vb konularda yılların verdiği birikimle en iyisi neyse onu biz yaparızdır. Söz milletindir, vatan bütündür, teröristler kahrolsundur, dini değerler değerlidir, millete kötülük yapan karşısında beni bulur, paranın ne önemi vardır, mühim olan insanlıktır, bu manifestodaki birtakım sayıların toplamı illa ki kırk yapar, kırk bir kere maaşallahtır.
---

Monday, August 01, 2011

Arıyorum

Yeni bir kelime arıyorum. "Proje" niyetine. Proje demeye niyetlendiğimde yakışıklı yazılışı ile ortaya çıkıp "şşt, tamam" diyecek. Dillere pelesenk olmayacak. Yavan ağızlarda çiğnenmeyecek. Sınırları anlaşmalarla çizili zihinlerde kendine yer etmeyecek. Amaçsız bakışların karanlık diplerinde kaybolmayacak. Kitlelerle ruhsuz bedenlerin dilinde buluşmayacak. Aceleci ellerin çevirdiği sayfaların arasında kirlenmeyecek.

Arıyorum öyle.

Sunday, June 26, 2011

Deli ile Ucube

Önüne bakarak yürüyordu yine. Ayakkabılarını boyayıp gitmişti bu sefer kahveye ama yine fayda etmemiş, rezil olup dönmüştü arkasına bakmadan. Hem isim de takmaya başlamışlardı artık. Köyün internet kullanan, profil fotoğrafı sahibi, uzun ense tıraşlı, pek modern gençleri arkasından “artiz köylü” diye seslenip “artiz ne arar la köyde?” diye ekleyince ne demek istediklerini anlamasa da pek önem vermiyordu artık. Yine karısından bir sürü laf işitecekti, yine kafasında bin türlü umutsuzlukla muhtelif haşereler için ilaç almaya gidecekti çarşıya. Tarlaya da gitmesine kızıyordu aslında karısı. Ona göre bu işlere hep tarlada bir başına kalınca şeytanla muhabbet etmekten girmişti.

Üç sene önce başlamıştı her şey. Kendini kapısında bulduğu üniversite hocasına nasıl ulaştığını anlamıyordu. Önceleri üniversitelerin öyle kolay girilen yerler olmadığını zannederdi. Sınava girip de mimar çıkan olmamıştı hiç köylerinden şimdiye kadar. Bir kere eski muhtarın yeğeni için ziraat mühendisi olacak demişlerdi ama iki üç sene gidip geldikten sonra artık gitmemeye başlamıştı o da. Sonra ufak bir bakkal açtı, evlendi, üniversitenin lafı olmadı köyde. Zor olmasa elbet okulu bitirir, gerine gerine dolaşırdı çocuk. Aptal değildi ya.

Üniversiteye gitmeden önce haftalarca düşünmüştü. Ne diyecekti? Nasıl konuşacaktı? Nasıl giyinecekti? Üniversite çok önemliydi. İlk kurulurken herkes “şehre bolluk, bereket gelecek” deyip duruyordu. İlk birkaç sene tarladan üç beş kuruş fazla kazanmıştı aslında, yalan değil. Ama o ara da iyi yağmur yağmıştı, onunla da alakalı olabilirdi. Zaten babasından kalan bir buçuk dönüm arazi köydeki en verimsiz yerdi. Yıl boyu sanki köye ayrılan güneşin tamamını dikine alan bu illet yere ne ekse olmuyor, her sene çürük malları yok fiyata satarken milletin ağzına sakız olmaktan kurtulamıyordu. Düşüne düşüne sonunda bir Pazartesi günü erkenden kalkmış, şehir merkezinin yakınındaki üniversitede bulmuştu kendini. Kapıdan girerken “mimarlık fakültesinden bir hocayla görüşecektim, köyde bizim bir iş vardı” deyince güvenlikteki genç çocuk “abi aç kapıyı, Enis Hoca’nın projesi için gelmiş” deyince sevinmişti. Bu Enis Hoca muhtemelen kendisi gibi yardıma ihtiyaç duyanların fikir danıştığı biriydi. “Esaslı adammış, görev edinmiş ki hemen kabul ettiler” demişti içinden. Bugüne kadar hep gazetelerden okuduğu, televizyonlardan dinlediği, genelde kavgalar yüzünden haberlerde yer bulan üniversitedeki kalabalık heyecanlandırmıştı onu. “Gençleri birbirine düşürüyorlar” diye üzülürdü hep haberlerde görünce.

Karanlık, soğuk fakülte binasının içinde sora sora bulmuştu Enis Hoca’nın odasını. “Prof. Dr. Enis Pekoğlu” yazısına baktı uzun uzun. Adı da soyadı da bir garipti. “Prof” yazısının profesör demek olduğunu anlamıştı. “Önemli adam” diye düşündü. Bir süre ne diyeceğini tekrar etmeye çalıştı, ama fayda etmedi. Çok heyecanlanmıştı. Birkaç dakika sonra girmeye karar verdi, üç kere çaldı kapıyı. Ses çıkmayınca açmak istedi. Kilitliydi. Eh, koskoca profesörün onu bekleyecek hali yoktu. “Ben onu beklerim” dedi. Aşağıya inerken, az önce heyecandan fark etmediği bir sürü resim, çizim ve haritaya bakıp durdu. En çok da kapısında “Mimarlık Kulübü” yazan odanın önünde durmuştu. Ne olduğunu tam anlamadığı bir resimdi dikkatini çeken. Aklındaki şeyler birbirine girmişti. Kafasının motoru ısınmıştı galiba yine, karısı öyle derdi. Hem düşünüp hem de sağa sola bakınıp aşağı doğru inerken yanık bir ekmek kokusunu duyunca kantine yaklaştığını anlayıp “çay içerim” diye düşündü ve oraya doğru yöneldi. Çok acayip gençler vardı. Yeşil takım elbisesi ve şapkasıyla garip hissetti kendini, şapkasını çıkardı. “Bey amca bir şey mi istedin? Burayı kapatma bak gençler bekliyor” diyen kantinci genç çocuğa baktı. Utanmıştı. Gençlere yol verecekken kantinci çocuk “söyle amca, onlar yabancı değil” deyince “bi çay” diyebildi. Plastikte verilen çaya baktı. İçesi gelmedi ama ayıp olur diye düşünerek tenhada boş bir masaya gitti, oturdu.

Altıncı gidişinden sonra kapısındaki resme takılıp kaldığı Mimarlık Kulübü’nden gençler merak edip onu içeri davet etmiş, derdini dinlemişti. Bazıları dalga geçip ilgilenmemiş, ilgilenen diğerlerine de “işimiz var” deyip kızmışlardı bile. Kızıl saçlı, kısa boylu bir kız ciddi ciddi dinlemiş ama pek ikna olmamıştı sanki. “Bey amca, o tam senin düşündüğün şey değil” filan demiş ama ikna da edememişti. Yine de kapıdaki resmi vermeyi kabul etmişti. “Niye Enis Hoca’yı arıyorsun ki? O biraz delidir. Pazartesi günleri de gelmez zaten. Çarşamba sabah gel, garanti bulursun yerinde” dediğinde havalara uçacaktı. O gün eve koşarak gitmişti, koltuk altında özenle sakladığı resim ile. Kahveye koşup “buldum işte!” diye kahvenin ortasında resmi açtığında o dizilerde filmlerde dalga geçilen, kahvenin ortasındaki yalnız adam durumuna düştüğünü hissetmişti. Daha dün askerden gelen çocuklar bile gülüyordu resme bakarak. Bir şey diyememişti. Hayatı boyunca böyleydi. Karısı hep kızardı, “ezdirme kendini çoluk çocuğa” diye ama fayda etmezdi.

Sekizinci kez üniversiteye gidişinde karısı iyice delirmişti. “Kızın yaşındakilere bakmaya mı gidiyorsun, utanmaz deyyus!” diyerek kapıyı suratına çarpmıştı. Üzülüyordu ama o kadar da umursamıyordu artık. Bu kez Enis Hoca’yı görecekti, emindi. Sabaha kadar uyuyamamıştı. Geçen Çarşamba hasta olduğunu söylemişlerdi. Bu sefer koltuğunun altında o resim, başı önde, şapkası elinde, ilk defa söyleyeceklerini aklında tekrar ederek bekliyordu. Saat dokuzu biraz geçiyordu ki elli yaşlarında, hafif uzun, beyaz saçlı, orta boylu, biraz kilolu, kalın gözlüklü bir adamın odaya gelişiyle kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Adam gözlüklerinin üstünden şöyle bir bakıp “kimi aradın?” diye sordu. “Enis Hoca’ya bakmıştım, bir konu vardı da” deyiverdi. Şaşıran hoca biraz duraksayıp “e gel bakalım, benim” dedi. Odada sayısız kitap dışında dikkate değer bir şey yoktu. Eski, ahşap, koyu kahverengi masanın üzeri de birkaç kağıt ile dağınık duran üç beş kalem dışında boş sayılırdı. Biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Koskoca hocanın odasında türlü resimler, garip şekiller, acayip bir sürü şey olur diye hayal etmişti. Hoca sabırsızca elindeki kitapları masaya bıraktı, yerine geçip “anlat bakalım” dedi. Aylardır kendi kendine anlattığı şeyleri bir çırpıda anlatıverdi. “Hocam, ben tarlama güneşi kesecek büyükçe bir beton duvar yaptırmak istiyorum. Ama beton duvarın arasından güneş girebilsin ki, hem tarla hiç güneşsiz kalmasın, hem de o araya güneşe dayanan bir şeyler de ekeyim. Sizin öğrencilerin bir çalışmasını gördüm, sağ olsunlar verdiler resmini. Tam böyle bir şey işte hocam” deyip resmi hocanın önüne koydu. Hoca pek umursamamış gibi “kardeşim iyi de burası inşaat şirketi değil ki, üniversite” diye söylenerek açtı resmi. Resmi görünce gözleri açılan hocaya bakınca heyecanı artmıştı. İçinden “beğendi galiba resmi” dedi. Hocanın kocaman olan gözleri birden küçülmüş, suratını alaycı bir gülümseme kaplamıştı. “Heh heh. Bunların bir de The Wall diye albümleri var. Bak sen onu da dinle, dört tarafı duvarla kaplı tarla bile yaparsın kendine” deyip resmi atıverdi önüne. “Hiç mi olmaz hocam?” deyip son kez şansını denedi. “Git başımdan adam, git inşaatçıya mı duvarcıya mı nereye gidersen yaptır. Deli misin nesin” cevabını alınca ağzından başka kelime çıkmadı ağzından. Resmi alıp çıktı.

Üniversiteye bir daha gitmemişti. Ama şehre gittiği günlerden birinde büyükçe bir parşömen kağıt ile bir sürü kalem almıştı. Verdiği paraya kızmıştı tabi karısı. Kahvede anlatmıyordu ne yaptığını. Kendi kendine üniversiteden aldığı resmi çizip ölçülerini de kabataslak yazıyordu. Birkaç hafta uğraşmış, sonunda istediği gibi olmuştu. Yirmi beş metre yüksekliğindeki duvarın resmini karısı ilk gördüğünde anlamamış, “o dinsiz üniversite hocaları soktu kesin bu şeytan işlerini kafana, bu ucubeyi tarlaya dikersen rezil oluruz el aleme” deyip yine bağırıp çağırmıştı. Kararlıydı, yapacaktı. İşin tarlasında, güneşinde değildi artık. Öylesine inanmıştı bu işe. Her hafta şehre gittiğinde bir traktör dolusu tuğla, torba torba çimento ile dönüyordu. Gitgide büyüyen “Ucube” dışında bir şeyle uğraşmıyordu artık. Tarla umurunda değildi. Köyde adı deliye çıktığında, tek başına yapmaya çalıştığı Ucube artık yavaş yavaş resimdekine benzemeye başlamıştı. Andırıyor gibiydi sanki.

Köyde kimseye güveni kalmadığından muhtarın evine kadar gelip uyarmasını da hiç takmamış, işine devam etmişti. Bir iki kez daha gelmişti muhtar o yokken. En sonunda jandarma, kepçeler, ve kamyonlarla gelmişti. Tarlaya dikilen Ucube yüzünden defalarca kavga ettiği bitişikteki tarlanın sahibi, Ucube’nin boyutları artık bir evi fazlasıyla geçince şikayet etmişti, inşaat yüzünden tarlaya zarar veriyor diyerek. Tarlaya ev dikmeye karışmazlardı belki, ama Ucube’nin boyunu görünce “devlet” de dayanamamıştı. İskeleler, harç kazanları, tuğlalar, çimento yığınları ile inşaata dönen tarlaya devlet eli değmişti. Birkaç saat içinde yıktılar Ucube’yi. Durduramamıştı, jandarma alıp götürmüştü onu da. Birkaç hafta misafir ettiler.

Üniversite hocası ve köylülerden sonra devletten de “deli” yaftasını yiyip köye döndüğünde savaş alanına dönmüş bir tarla ve çocuklarla birlikte annesine giden karısının bıraktığı boş ev kalmıştı ona. Deli işleri ile uğraşmaması şartıyla eve dönen karısından gizli gizli çıkarıp baktığı resim ona ilham veriyordu artık. Gün aşırı kahveye gidip domatesler olunca toplayan makine, fazla suyu tarladan toplayan kanal, haşereden korumak için fidelere hava üfleyen hortum gibi fikirlerini anlatıyor, her seferinde de maskara oluyordu köylüye. Ne dese inanmıyordu kimse artık. Tozlanan ayakkabılarıyla Ucube’sinin mezarı, yeniden domates diktiği tarlasından geçerken yarın sabah gidip tozlanmayan ayakkabı fikrini anlatmayı düşündü. Gidip biraz çalışmaya karar verdi. Ahırdan geçen kurbanda tuzlayıp sakladığı koyun derisi ile büyük makası alıp içeri girdi.




Friday, February 25, 2011

Denedim, böyle oldu

Bugün kendimi hayatımın dönüm noktası denebilecek kadar büyük bir değişimin başlangıcındaymış gibi hissetmedim kapıdan çıkarken. O işleri motivasyonel tetikleme yöntemleriyle beceremem zaten. Ama böyle bir kıpırtı oluşuverdi içimde sanki. Yapabilir miydim? Yolculuk, yürüyüş ve molalarla birlikte toplam üç saati bulan rutin bir şehir gezgini seansında “herkes haklıdır, her şey iyidir” felsefesini derinlemesine içime çekmiş olarak misyonumu tamamlayabilir miydim? Denedim.

Büyük şehir denen yerde yaşıyorsanız ilk başta övünmeniz gereken şey toplu taşımada sürekli olarak yapılan yeniliklerdir. Bir gariplik olduğunu düşünebilirsiniz arada, çünkü aslında bir “araç”, hatta “zaman kaybı” olarak düşünülmesi gereken bu süreçlerin uzun bir süre değişmemesi, yani bilinen tabirle “oturması” gerekir. Sürekli yenilik birtakım hatların iptal edilmesi, biniş ücretlerine ilginç zamların yapılması, araçların bazen dolu olması şeklinde karşınıza çıkmamalıdır sanki. Ama yenilik ve değişim her zaman iyidir diye düşünerek başımızdan eksik olmaması gereken insanları yad edersiniz.

Gelin, otobüsün içine girelim biz. İnsanlar! İşte en büyük sınavla karşı karşıyasınızdır. Bir yaşlı amca iki liseli genç kızın yanına yaklaşıp suratlarına bakar, ama kızlar bunun kibar bir yer isteme olduğunu anlayamaz. Eh, olaya eşitlik çerçevesinden bakan sıkı birer sosyalist adayı olduklarını ve amcanın fakir edebiyatı yapmasını eleştirdiklerini düşünürsünüz. İyi bir gelişme. Ya kendisine gelen önemli çağrıyı cevaplamak zorunda kalan, ama daha sonra her nasılsa konuyu arabasının ön camlarını hangi marka temizleyici ile sileceğine getiren post-ergen delikanlı? İletişim çağının insanları nasıl da değiştirdiğini düşünüp iletişimin bu kadar gelişmesinin yakın zamanda Kuzey Afrika’daki etkilerine kadar gidersiniz. Bağlantıları kurar gibi olduğunuzda duyarlı iki amcanın politik sohbetlerine kulak misafiri olursunuz. İkisinin farklı görüşten olduğunu öğrenip “onlar 30 sene ne yaptı da?”, “nerede gördün onun yolsuzluk yaptığını?” gibi sorgulayıcı yaklaşımlara şahit olup toplumda gelişen hoşgörü ve bilimsel yaklaşımın yarattığı uyuşturucu etkiyle kendinizden geçersiniz.

Sokağa çıkma vakti. Kalabalığa karışırsınız ve farklı kültürlerin kokusunu derin derin ruhunuza çekersiniz. O da ne? Birisi kültürün kokusunu fazla mı yakın tutmaya çalışıyor? Evet, bir kağıt uzanır size. Tanıtım katalogu gibi bir şey. Hafif kalınca bir şey ve zaten dolu olan çantanıza sığmayacağından kibarca reddedersiniz. Bu arkadaşı etrafta olan bitenden sizin de bilginiz olmasını sağlamak istediği için takdir edersiniz. Ve tabi onu geçtikten sonra aynı katalogu uzatan üç arkadaşı da… Geliyoruz en kritik bölgeye. İnsan yoğunluğu metrekarede üç kişi gibi ciddi rakamlara ulaştığında kendinizi Dostoyevski’nin romanlarından birinde yolculuk yapar gibi hissedersiniz. Muhtemelen gece yola çıkacak olan oğlunu düşünerek yere bakarken size çarpmaktan zor kurtulan teyze, telefonundaki çok acil mesajı okurken dengesini ve yörüngesini kaybedip aniden önünüzde duran arkadaş, hızını ayarlayamayıp büyük bir şanssızlık eseri sizi geçmek isterken omuz atıveren amca,…Ve birlik olmanın en güzel örneğini yan yana ilerleyerek sergileyen bir gelin, bir kayınvalide, bir baba ve küçük bebek (arabasının içinde). Sol sinyalinizi verdikten otuz saniye sonra bu güzel aile tablosundan ayrıldığınıza üzülmeyin, farklı kompozisyonları sizi ileride bekliyordur mutlaka. Zaten o arada siz yanınıza kadar gelip size kot pantolon ihtiyacınız olup olmadığını soran cefakar satış elemanlarına karşı mahcubiyetinizden başka bir şey düşünemez ve yapamaz hale geleceksiniz. Kim bilir, içinde bulunduğu sosyal sorumluluk projesi dahilinde önce lolipop verip parasını sonra isteyecek kadar size güven duyan bir palyaçonun bünyenizde yarattığı sarsıntıdan kurtulamayıp bir kahve içmek için ilk dükkana atacaksınız kendinizi.

Canlı yayında birden “uçan”, sonra reklamlara konu olan şu adamı düşünüyorum ve ortak bir noktamız olduğuna inanıyorum. Bir gün “Allaaah!” (ya da tam olarak anlaşılamayan başka bir kelime) diye bağırıp oradan oraya uçarsam bilin ki iyi bir şeydir. Ve o zaman yazın ki, “toplum içinde yaşadığı çeşitlilik duygusunun büyüleyici etkisiyle kendinde geçen bir insandı”.

Denedim, böyle oldu. Ne yapayım ki?

Tuesday, January 11, 2011

“Baba, bizim neden haftada 100.000 kere tıklanan bir blog’umuz yok?”

Ben sosyal medyayı takip ettiğimi zannettiğimden beri taşın altından çok sular aktı. Ad-soyad şeklindeki muhtelif iletişim-paylaşım mecralarında bulunan adreslerimi önceden parsellememiş olsaydım çok bir şey kaybeder miydim, bilmiyorum. Ama kafası kurnazlık yönünde de çalışabilen ve benden farkı bu kurnazlık odaklı çalışmaları eyleme de dökme “motivasyonu” sahibi insanlar parselleme olayının suyunu çıkarmış duruma geldiler (Bkz: Ankara’nın medar-ı iftiharı İ.Melih, bu yüzden Ankara’ya yaptırdığı eserlerle karşılaştırılamayacak kadar sönük bir twitter adresi aldı). Yakında yaşıtlarım arasında “sanal parsel zengini” tipler türemeye başlayacak ve çocuklarım bana “Baba, bizim neden Ahmet Hakan Coşkun takipli bir twitter adresimiz, haftada 100.000 kere tıklanan bir blog’umuz yok?” diye sorular soracaklar. Ben de muhtemelen iPad’imin üstünden bakıp, gözlüklerimi hafifçe aşağı indirip “sen bunları takma kafana yavrum” diyeceğim (Dikkat: Çocuklarım ve iPad arasındaki zaman/dönem çelişkisini fark edemediyseniz, lütfen cümleyi tekrar okuyun).

Peki, buna bir çare olarak ben ne yapacağım? İşte bu yazıda bunun kendimce cevaplarını (?) bulmaya çalışacaksınız. Müsaadenizle, önce ben deneyeyim.

- Twitter’a karşı direnişimi sonlandırdım. Bunu başarılı bir ilk adım olarak görüyorum. Ben de artık “twitter gazetecisi/televizyoncusu” güruhuna daha yakın hissedeceğim kendimi. Onlar nasıl gazetelerdeki köşe yazılarının kendi popülaritelerini “arada bir TV programlarına çıkma” vizyonuna yeter düzeyde tutmadığını gördüklerinde “tanıdıkları” tüm ünlüleri “tweet” malzemesi yapıyorlarsa… Devamında “eh, o zaman ben de…” gelmeliydi ama bu konuda kendimi çok sıkı bir duruşa sahip hissetmiyorum. Ben sadece iyi hissettiğim durumları insanları da ilgilendirebilecek bir dilde, kötü olanları yapabildiğim kadar mizah katarak, paylaşılmaya değer olanları da çok zorlamadan ve sıkmadan paylaşmaya çalışacağım. O nedenle bir “Twitter misyonu ve vizyonu” sahibi değilim. 1 hafta, 3 ay, 2 yıl, vb sonra ne olacağını bilmiyorum. Çok da fifi.

- Ara verdiğim (ya da öyle zannettiğim) “teknolojik gelişmelerin bireysel ve toplumsal etkisi” konusuna zaman ayıracağım. “Yeni alacağım telefonun hayatıma katacağı değerin maddi açıdan incelenmesi” türünden ciddi ve yarı-akademik beklentilerle gelirseniz de yardımcı olmaya çalışırım tabi. Ama eskisi kadar, özel bir araştırma yapmadan teknolojinin insan hayatındaki etkisi hakkında derin bilgi sahibi olamayacağımı tahmin ediyorum. Mesela kavşaklara takılan özel sensörlerden haberdar olmayıp “yahu burada da yeşil ışık yanmadı gitti, hep bu belediyenin yanlış işleri” türünden cümleler kurabilirim.

- iPhone/Blackberry/Nokia 3210 hatta netbook türü cihazlarla uzun süreli yakın temasa olan tepkim devam edecek. Hele yalnız değilken araya 3.kişi gibi giren ve ortamdaki bağımlı insanı ele geçiren bu teknoloji harikalarına karşı da birkaç ay direnebilirim. Sonrasını planlamadım henüz. Beni de ele geçirmezler değil mi?

-“İnternet dili” diyebileceğimiz her türlü sanal edebiyat yaklaşımına karşı mesafeli, muhalif, proaktif duruşum aynen devam edecek. “Nbr, slm, msn vr mı?, ilik abi nssn işt gçn grdğm hatn bgn ynmdn gçti bkştk yle, …” gibi ifadelerin kolaylık sağladığı ispatlanan bazı durumlarda kullanılabilmesine hoşgörülü davranacak olsam da bunların edebiyat başta olmak üzere bilimsel akımlara yön vermesi, ilhamsızlık sebebi olması, yoldan çıkarması girişimlerine de muhafazakar yaklaşacağımı şimdiden söylemiş olayım. “Baba, bizim neden haftada 100.000 kere tıklanan bir blog’umuz yok?” diyen velet, isterse “bizim aile sanal muhafazakar, ben hayatta internetten baba olamam” da deyiversin, ziyanı yok.

Muhtemelen sağ üst köşede bir yerlerde de görebileceğiniz gibi, burası bir deneysel yazı alanı. Sizler de birer deneksiniz. Ama bu siteyi ben de sizin gibi açıp okuyorum. Yani orada söylemediğim bir şey varsa eğer, deneklerden biri de benim. Görüldüğü üzere sosyal medya ve internet konusunda kendimi zamana uydurma çalışmalarım çok başarılı değil (Peh!). Tüm deneyler aynı zamanda bilgisayarımın tozlu fanının soğuttuğu arşivlerde saklanıyor. Bir gün, sanal alemi muhafaza ve müdafaa mecburiyetinize düşerseniz eğer, elimde sağlam malzeme var. Olduğu kadar saldırırız. Yaşasın sanal muhafazakar devrim!