Saturday, November 06, 2010

"İyi uçuşlar"

Gözlerimi açtığımda az önce insanla dolu olan koltukların boşalmış olduğunu, tek başıma öylece oturduğumu fark etmiştim. Üstelik gözlerimi de tek başıma değil, sabaha kadar boş kalacak yeri temizleyen temizlik görevlisinin yardımıyla açmıştım. Sonra öylece dolanırken telefonum çaldı. “Gencer Bey, uçağınız kalkmak üzere ve sadece siz binmediniz” diyen kıza sanki bir şeyler söyledim diye hatırlıyorum. Uyandığımda söylediklerimden sorumlu hissetmem kendimi genel olarak. Ama bu sefer biraz daha sorumlu olabileceğim bir durumdu.

Oradan oraya koşturdum motoru yeni ısınan aklımın yardım ettiği ölçüde bana söylenen kapı numarasını bulmaya çalışarak. Görevliler “şurda, ileride solda” dışında bir şey söylememeye özen gösteriyordu. Ben o akşam onlardan 20 dakika daha fazla uyuduğum için çok sonra hak verdim kendilerine. Hem oradan oraya koşarken kapı numarasını Starbucks çalışanına soran birine bütün bunlar caiz, müstahak, vb idi. Üstelik tam o sıralarda toplam 100 kadar kişi bulunan havaalanında yankılanan “Sayın Gencer Özkazman, acilen bilmem kaç nolu kapıya gelmeniz gerekmektedir” anonsu da sıcak Latte gibi döküldü kafamın ortasına. Zaten o “bilmem kaç”ı bilsem, ben de tüm iyi niyetimle gitmek istiyordum o kapıya.

Kaç dakika sürdü bilmiyorum. Kimliğini bilmediğim ama benim uçağa binmediğimi bilen o kızla telefon görüşmelerimiz sürüyordu ben “bilmem kaç” nolu kapıya geldiğimde. Kapıdaki görevlilerle aramızda şu diyalog geçti:
Onlar: İzmir?
Ben: İzmir.

Hemen kolumdan tutup beni genişçe bir aracın arkasına bindirdiler. Yanımda bana garip garip bakan iki Uzakdoğu kökenli kadını da görünce mafya tarafından kaçırıldığımı düşündüm. Ne mafyasıydı ki? Ama sonra aracı kullanan erkek ve yanda oturan kadın görevlinin klasik bir “20li yaşlar işten yakınma sendromu” temalı konuşmalarına şahit olunca zararsız olduklarını anladım. Sabaha kadar kalkacak bir sürü uçak ve yapacak çok işleri olmasına rağmen en kötü ihtimalle beni o arabayla İzmir’e götüreceklerdi. Uçakların arasından geçerek giderken bana hiç kızmadılar, hatta konuşmadılar. Turist sanmış olabilirlerdi. Uçağa geldikten sonra o merdivenleri rüzgar eşliğinde çıkarken kendimi filmde gibi hissettim. Hani gerçekten mafya kaçırsa sevineceğim, nasıl bir duygudur o uçağa kapısından tek başına binmek?

Filmin finalini hiç sevmedim. 100 kadar kızgın insanın arasından en arkadan birkaç sıra öndeki yerime giderken 2 saatlik uçuş rötarının sinirini 15 dakikalık gecikmeli Gencer’den çıkarabilecek bir kitle hissettim etrafımda. “Çinliler” öne oturduğundan ben de karşı grubun lideri edasıyla kimseyle göz göz gelmeden yürüdüm. Oradaki enerjiyle bir toplumsal hareket başlayabilirdi. Ama herkes acil durum tiyatrosunu (özellikle de can yeleğini üfleyerek şişirmenin gösterildiği bölüm) ve ikram servisini bekliyordu.

Uçakta uyumadım.

Monday, August 23, 2010

Hayır, özetle

Referandum dediğimiz şeyin özünü ne kadar az tartıştık farkında mısınız? Niye yüzlerce kanun sırayla meclisten geçip yasalaşırken birden referandum nanesi çıktı ortaya? Oylanan şeyler çok önemli diye mi? Peh! Allahtan tbmm.gov.tr’de hangi kanunların yapıldığına, hatta yapılırken ne gibi konuşmaların olduğuna kadar her türlü bilgi var. “Politikayla ilgilenmiyorum”cular var bir de, onlar şimdilik ilgilenmesinler.

İngiliz politikacı Chris Patten şöyle demiş zamanında:

I think referendums are awful. They were the favourite form of plebiscitary democracy of Mussolini and Hitler. They undermine Westminster [parliament]. What they ensure, as we saw in the last election, is if you have a referendum on an issue politicians, during an election campaign, say oh we're not going to talk about that, we don't need to talk about that, that's all for the referendum. So during the last election campaign the Euro was hardly debated. I think referendums are fundamentally anti-democratic in our system and I wouldn't have anything to do with them. On the whole, governments only concede them when governments are weak. (BBC, 2004)”

Son cümledeki “hükümetler zayıf olduğunda gerçekleşirler” kısmını “hükümetler sonsuz güce sahip olmadığında kullanılırlar” diye okuyabiliriz.

Referandumun özüne baktığımızda, 5 sene kanun yaparken yüzüne bakılmayan halka bir anda ihtiyaç olup “söz milletindir” yalanıyla ortaya atıldıkları için bence yapılması bile ahlaksız,

Biraz içeriğe baktığımızda, aslında sınırsız gücünü artırmaya çalışan, üstelik bunu yaparken kendinden sonra gelecek yönetimlerin de bu güce sahip olacağını düşünmeyen/önemsemeyen bir hükümet tarafından yapıldıkları için kontrolsüz,

Detaylandırdığımızda “işine gelmeyen yargı bağımsız değildir”e çıkan bir yolda düzülen kervanın aslında en önemli parçası olan maddelerin “paket” olarak arada kaynatılması yüzünden kurnazca,

Duygusal-mantık diye yumuşatabileceğimiz şekilde düşününce, insanlarda hükümete güvenoyu veriliyomuş düşüncesi yaratıldığı için kuraldışı,

şeklinde niteliyorum kendi adıma referandumu.

Ahlaksız, kontrolsüz, kurnazca, kuraldışı olarak nitelendiği için de yapmam gereken şey “Hayır” yazan yere “Evet” yazan mührü orantılı bir şekilde, fazla yüklenmden, kağıdı yıpratmadan basmak olacaktır.

Mükemmel Şarkı

Şarkılardaki samimiyet, şarkının hangi duygularla yazıldığına, şarkının nasıl algılandığına ve hissettirmeyi tercih edeceği şeylerle hissettirdikleri arasındaki karmaşık uyuma bağlı. Bu genellemeye göre herkesin en azından basit bir “iyi şarkı” tanımı olmalı. Ama bu hem karmaşık diye nitelendirip hem de adına uyum dediğimiz şey için ne kadar bilimsel çalışma yapılmış, bu yazıyı yazarken düşünmek istemiyorum. Hey, tamam, sadece şarkıdan bahsediyoruz ama biraz olsun “kulağıma hoş gelen” çerçevesinin dışına çıksak ya?


Sevgiliye yazıldığını zannedip uzun süre öyle dinlediğim bir şarkının aslında ölen anneye yazıldığını öğrenince daha çok sorgulamaya başladım bu durumu. Standardize edilmiş ritimler dışına çıkmayan 2000ler müziğine karşı muhalif bir duruş sergilemek gerek, değil mi?. “Duruş” kısmında fiilen bulunamasam da bu tespiti yapmaya çalışmam gerekli. Hem yeni, hem orta, hem de eski nesildeki müthiş bir eski şarkıları karıştırmaca hevesi sanki bir hafta beklemiş ve ilk yapıldığında olmamış bir tatlının üzerine şerbet dökmeye benziyor. 20 yaş ile 70 yaş arasındaki şarkı icracısı değerli insanlarımızda 30-40 yıla varan geçmişi olan şarkılara “ıp-tıs” ve “cık-tıs” ağırlıklı ritimler ekleme ve muhtelif ellerin havada olduğu mekanlarda yer bulmak için “aranjör” isimli modern kişiliklerle çalışma oranı arttı mı yoksa bana mı öyle geliyor? 70ler, 80ler ve 90lara yönelik çeşitli aktiviteler bir düzeye kadar kabul edilebilirdi belki, ama bu ritimsel standardizasyon durumu nedense beni biraz sağdan ve soldan dürtmeye başladı. Rock festivallerine çıkan genç gruplardan başlayın, orta sınıf Türk filmlerinden şarkıcılığa transfer olanlardan tutun, 30 senedir aynı şarkıyı söyleyenlerle bitirin. En büyük korkum da, benim yanlış anladığım o şarkının çok ötesinde, yapılması muhtemel bir “bu şarkıyı dinleyenin allah belasını versin” sözlü bir şarkının yanlış anlaşılması veya anlaşılmaması sonucunda doğması muhtemel bir toplumsal facia. “Ay ben onu öyle anlamadım ki?” diyen insanlara da pek rastlayamayabiliriz üstelik, çünkü günün şartları şarkıların içinin pek kurcalanmadan öyle idare edilmesini gerektiriyor. Mustafa Sandal zamanında şarkının sonuna biraz hava katıp “şöförü de var” yerine “..förü de var” dediğinde ortalığı ayağa kaldıran medya insanları da yoklar artık, ya da liberalleştiler galiba.


Hazır siyasete girer gibi yapmışken, verilmesi gereken o örneği vermeden olmayacak. Moskva Nehri’ni takip ediyorsunuz. Gorky Park’a iniyorsunuz. Değişim rüzgarı kulaklarınızda...Ne güzel akıyor değil mi? “Wind of Change” aslında sözleri çok karmaşık olmayan, büyük ihtimalle de hissettirmeyi tercih edeceği şeyleri büyük oranda hissettirmiş bir şarkı. Peki ya Berlin Filarmoni Orkestrası ile çalınmış versiyonu? Yerle bir olmuş bir Moskova’ya, manidar bir şelilde başka bir yerin değil de Berlin’in o meşhur virtüözleri ile bir saygı duruşu ve evrensel bir özür? Geçmişin kötü izlerinin sadece geleceğin çocuklarına rüyaları için tarihi bir ortam oluşturduğu düşüncesinin rock ve klasik müziklerin enfes uyumu ile anlatımı? Tam bu noktada Türkçe bir yaz şarkısının sözlerinin en başta belirttiğim ve şu an oluşmaya başlayan “samimiyet” duygusuna nasıl bir etki yapacağının dayanılmaz kabusu?


Bir şarkıyı dinlerken nasıl bir ortamda yazıldığı, “aranjör” kişinin nasıl duygu (?) ve düşünsel tasarımlarla şarkıyı söyleyecek kişiye o şarkıyı “aranje” ettiği, söyleyen kişinin şarkının sözlerinin yazılı olduğu kağıdı ve “aranje” edilmiş versiyonunun olduğu CD’yi eline alışı, bir stüdyoda söylerkenki duruşu ve bakışları, şarkı aralarındaki tavırları ve daha aklınıza gelebilecek birçok kriteri düşünebiliyorum. Ama hiçbir zaman tamamını düşünemeyeceğimden bazen “iyi şarkı” nitelemelerinde çabuk karar verebiliyorum. Burada mükemmeli açıklamaya çalışıyorum; kafamdaki mükemmeli. Nasıl öyle olabileceğim konusunda da en fazla ipuçlarını. Eğer mükemmel olduğumu düşünseydim, bunları yazmazdım. Değil mi?

Not: Müzik açısından mükemmel olmadığımı şu bağlantıdan kanıtlayabilirsiniz kendinizce: www.last.fm/user/gencer.

Yeniden

Önce boş bir metin dosyası açıp yazmaya orada başlıyorum.
Sık sık yazdıklarımı tekrar okuyor, anlatım bozuklukları varsa düzeltiyorum.
İmla konusundaki obsesifliğim nedeniyle bazı kelimeleri TDK aracılığıyla doğruluyorum.
Yazı bittiğinde tekrar bir gözden geçiriyor, okuyucuya hatasız "ürün" sunmak için hiçbir zahmetten kaçınmıyorum.
Altı ay aradan sonra, yeniden, yazıyorum. Güle güle okuyun.

Friday, March 05, 2010

Kitaplıkta Duramayanlar

Korkuyorum, ama galiba iyi bir şeyler olacak bu kadar korkunun sonunda. Bu, uzanamadıklarımın korkusu. Soyut bir şeyler bekleyenleri hayal kırıklığına uğratmaktan büyük haz duyarak açıklıyorum ki, korktuğum şeyler kitaplığımda duran kitaplar. Kimileriyle "merhaba" ile sınırlı kalmış bir tanışıklığımız, kimileriyle ayakta sohbet etmişliğimiz, kimileriyle yarım kalan bir davamız var. Kimler ki bunlar?

Tutunamayanlar, Oğuz Atay
: Alıp rafa konacak, bir ara mutlaka okunacak kitaplar hakkında düşündükten sonra ilk aldığım kitap oydu. Şu anda da elime almaya korksam, gözlerimi kaçırsam da beni yakın bir zamanda beklediğinden şüphem yok. Okuduktan sonra "usta der ki..." diye başlayan cümleler kurarsam uyarın beni.

Gülün Adı, Umberto Eco: Aslında adı ve yazarı söylendiğinde belli bir kesimin yüzde sekseninin en kötü ihtimalle "evet, duymuştum" diyeceği bir kitap. Onu alırken o kadar subjektif bir bakış açım vardı ki, bir önceki cümledeki gibi subjektif tanımlar kullanmamam elimde değil. Belli bir kesime söz veriyorum ki, yakında kendisine ilgi göstereceğim. Söz vermek de subjektif bir şey değil mi zaten?

Politika Bilimine Giriş, Munci Kapani: Kitapçıya girdiğim andaki düşünceyle kitap rafları arasında dolaşıp elime bu kitabı aldığımdaki tatmin ilk defa bu kadar güzel örtüşüyordu. Biraz akademik, biraz az yoran, yalın ve referans verilebilecek kadar da güçlü. Belki de birinci sayfadan başlayıp sonuna kadar gitmektense ara sıra bir yerlerden giriş yapmak lazım. Hala neyi bekliyorsam.

"bir avuç kıvılcım!..", Attila İlhan: Şiir için daha ne kadar erken olduğunu düşüneceğim bilmiyorum, ama bittiği zaman bu seçilmiş şiirler kitabının da yanımda olmasını isterim. Arada sırada kapısını aralayıp baktığımda bana böyle söylüyor sanki. Bir de bu kalabalığın içinde hazmedilmeden öylesine kaybolmak istemiyor. Ben değil, o.

Divan, Irwin D. Yalom: "On sene" önce demeye başlamanın güzel tarafı kitap kokusu olabilir mi? Sararmaya başlayan kitap yaprakları? Çok mu erken okudum acaba onu? "Kimsenin seyretmediği bir hayat yaşamaktan kötüsü olamaz"sa eğer, burada haftada, ayda bir sahnenin perdesinden kafamı çıkarabildiğime göre şanslıyım galiba. Yoksa bunu erkenden öğrenmem iyi mi oldu? Cevabı olan şeylere soru sormayı öğreneli on sene oldu mu yoksa?

Kitaplıkta çok da güzel duruyorlar aslında, burada afişe olmaya meraklı değiller. Yazının başlığını "kitaplıkta tutamayanlar" olarak değiştirmektense suçu onlara atmak daha kolay geliyor.

Wednesday, February 24, 2010

Sosyal Ağ Mahremiyeti ve Simit

Sanal ortamlarda beni bir obsesyondan öbürüne sokan bir başka durum var ki, kendilerine ben "sosyal ağ mahremiyeti" diyorum ("başka" dememin nedenlerini önceki yazılarımda bulabilirsiniz). Bir dosya için bile bilgisayarınızda yeni klasör oluşturup onu oraya yerleştirmek duygusunu bilir misiniz? İşte bu tip şeylere isim takmak da böyle bir duygu benim için. "Sosyal ağ mahremiyeti" denen hadisenin binlerce kez (önce milyonlarca yazıp sildim) bir yerlerde konu edildiğini biliyorum ama benimle muhattap olması için, kendisine zaman ayırabilmem için benim ona "Bak evladım, bugüne kadar sana hep böyle demişler. Bundan sonra senin adın bu olsun." gibi bir şeyler demem ve aramızdaki ilişkiyi daha iyi tanımlamam lazım.


"Bugün kuşum bana ilk kez 'babacım' dedi", kabul edilebilir bir sosyal ağ iletisidir. Zira kuş sahibi baba olmasa da, muvaffakiyet sahibi kuşu toplamda 50'yi ancak bulabilen zengin dilinin önemli bir sözcüğünü başarıyla söyleyebilmiştir. Ama, sizi insafa davet ediyorum sevgili okuyucu, "balkona astığım çamaşırlarım yağmurda ıslandı :(" diyen birisine nasıl "ah canım, ne kadar derinden yaralandığını tahmin ediyor ve sana sabırlar diliyorum" dersiniz allah aşkına? Bu olayı takiben aynı kişinin bir süre sonra "çamaşırlarım kurudu!!! :)))" şeklinde bir ileti yazması karşısında "inanmıyorum, bu muhteşem olayı kutlamalıyız!" gibi bir cevap vermeniz boynunuzun borcu olmayacak mı?

Bütün bunların sosyal ağ ortamlarındaki popülist yaklaşımların birer yansıması olduğunu düşünüyorum. Köpek havlasa "seçim isterim, banane banane" diyen bir muhalefet partisi lideri ile bu kişiler arasında, sosyal paylaşım ve siyaset konularını denklik süzgecinden geçirdiğinizde, ideolojik olarak bir fark var mıdır acaba? Tamam, daha önce "kanka", vb "sihirli" sözcükleri kullanarak kendi çaplarında gruplaştıklarını zanneden toplulukları da kınamıştık, ama bunların zaten az önce bahsettiğim süzgeçten "ayrılıkçı" parti olarak çıkacakları, hatta seçimlerde "diğer" grubunun elemanı olmaktan bile uzak olacakları aşikardır. Örnek vermek gerekirse, adı "Ville Partisi" olan ve ismini vermek istemediğim birtakım sosyal platformların "çiftlikville", "balıkville", vb olarak geçen oyunlarında emeğe, ürüne, saygı gösterilmesini savunacak bir partinin oy verme sırasındaki amblem karıştırmaları dışında alacağı oyu tartışmak ne kadar akıllıcadır.

Sanal alemde popülizm ile insanları etkilemek de kötüdür, kendi grubunu zaten oluşturmuş ve diğer bireylere ihtiyacı yokmuş gibi yapıp "ayrılıkçı" tavırlara bürünmek de kötüdür. Peki iyi olan nedir? Merak etmeyin, bu konuda çalışmalarım devam etmekte. Bu çalışmalarımın nadide bir ürünü olarak "sabah simitçiye tam 50 kuruş verdim, para üstüne gerek kalmadı"yı sosyal ağ kullanıcılarının takdirlerine sundum. Bu ifade;

- İçerdiği şahsi öğeler ile kullanıcının günlük yaşantısı hakkında ipuçları verir, bireyci yaklaşımlara demokratik düşünce platformu sunar

- Her türlü ekonomik göstergenin yargılanmasında bir araç olan emektar "simit" öğesinin güncel fiyatını vererek toplumsal bilgilendirme ve bilinçlenme sağlar

- Eylemin gerçekleştirilme yöntemindeki çoğulcu düşünce yapısı, sadece "simit" kullanıcısını değil, ürünü ekonomik kalkınma aracı olarak kullanan paydaşı, yani "simitçi"yi de sunmuş olduğu minimum sosyal sürtünme kuvveti ile olumlu etkiler

Dikkatli okuyuclar fark etmiş olacaklardır, yazıda geçen tüm ifadeler belli miktarda "sosyal ağ mahremiyet"i içermektedir. Ancak bu "sosyal ağ mahremiyeti"nin ne kadar farklı şekillerde karşımıza çıktığını da bir zahmet dikkatli-dikkatsiz tüm okuyucular fark etsin. Bazı kavramların "sanat filmi" olarak adlandırılan filmlerde farklı değerlendirilmesi konusu ile "sosyal ağ mahremiyeti" kavramının farklılaşması arasındaki kusursuz analojiyi de amatör sanal ağ edebiyatı toplumuna bir tez konusu olarak armağan etmekten kıvanç duyuyorum.

Monday, February 22, 2010

Katliam

Sanal yazışmalardaki dil katliamına olan muhalefetimi şu anda bu cümleyi okuyanların %52'si bizzat bilmekte, %34'ü normal karşılamakta, %9'luk kesim kendi yazışmaları nedeniyle tedirgin olmakta, kalan %5 ise konu hakkında çekimser kalmaktadır. Dil katliamı dediysem sadece Türkçe'yi değil, İngilizce'yi de kastediyorum. Ama o konuyla başkasının ilgilenmesini tercih ederim. Diğer diller için temsilcilikler verilebilir.

Kastettiğim sadece dilbilgisi ve imla hataları değil, dili kullanırken yapılan toplu katliam aslında. İş sadece dili katletmekte değil, duygusal boşlukları birtakım yapay oluşumlarla doldurmaya çalışmakta aslında. Bu yapay oluşumlar "kendini rahat ifade etme" düşüncesinin fedaileri olan birer cevap, birer savunma değil, sadece birer bahane aslında. "Kendini rahat ifade etme" bahanesi bir başarı öyküsü değil, kontrol edilemeyen bir gruplaşmaya işaret aslında. Gruplaşma "bir amaç için birlikte olma, fikirlerini ve eylemlerini paylaşma" değil, belli bir sosyal statüyü daha az çaba harcayarak edinmek için başvurulan bir kaçış yolu aslında. Bu kaçış yolunun yolcuları gerçek suçlular değil, birer kurban aslında. Ve yine aynı kısırdöngünün elemanı olarak cevapsız sorularla kullanılabilir, faydalanılabilir, geliştirilebilir bir belirsizlik ortamı yaratmaya çalışan bir ben var aslında, bu blog'dan içeri.


Özetle, aşağıdaki cümle, ifade, kelime, vb şeylere karşı isyanımı sanal silahlı toplumsal mücadeleye dönüştürmeye karar verdim. Bundan sonra aşağıdaki "şey"leri kullananlar bu sayfada afişe edilip şiddetle kınanacaktır.


- Sihirli kelimeler (Ör: kanka) ile başlayarak kurulan cümlelerle okuyanlara "benim destekleyenim var" deme çabası

- "Puhaha" gülme ifadesinde u,h ve a harflerini belli bir düzene bağlı kalmadan artırma denemeleri

- Feysbuk gibi platformlarda birisini güzel bir resim üzerinde "tag"leyen kişinin, teşekkür edildiğinde, "ÖD" cevabını verme. "Önemli değil" demek oluyor yani. (Özel not: Genç nesil için büyük bir tehlike, artık kendimden 10 yaş küçük biriyle konuştuğumda anlayamamaktan korkuyorum.)


O kadar çok örnek var ki, ucu bana dokunur diye korktuğumdan kullanmadıklarımı (?) yazdım. Kullandıklarım varsa siz burda afişe edin. Yok, "hodri meydan" değil. Korkularımla yüzleşirim, evrimleşmeme katkınız olur böylece.

Yazı sonu anketine göre, bu yazıyı okuyanların %43'ü şu an sinir oldu ve "üff, doğru düzgün bir yazı yazsan parmağımı keserim" demekte, %26'sının canı sıkıldı ve yorum yazıp yazmama konusundaki gelgitleri ile mücadele etmekte, %13'ü aklına gelen benzer örnekler ile yazı arasında bağlantı kurmaya çalışmakta, kalan %18 ise çoktan milliyet.com.tr'de günün öne çıkan galerilerinde bilinmez bir yolculuğa çıktı bile. Yani bu konuya muhalefetimi bilen ve "üff, doğru düzgün bir yazı yazsan parmağımı keserim"ciler yine tek başına iktidara geldi. Durmak yok, muhalefete devam.

Tuesday, February 09, 2010

Aptal Kim?


Önsöz: Bu yazı, “çevredeki insanları ‘given’ olarak aptal görme” sendromu için yazılmış bir yazıdan derlenmiş olup, ilham veren kişinin adı bende saklıdır. Cımbızla faydalanmak isteyenler, hap olarak alıp yutanlar, daha sonra ortaya çıkması muhtemel yan etkilerden beni sorumlu tutamaz. Tutarlarsa da beni ilgilendirmez.

Endikasyonlar: İnsanları herhangi bir nedenle çabuk tanıma gerekliliği birçok insanın hayatımızda daha az yer tutmasına sebep olmaktadır. Bkz: iş ortamları, karşı cins ile olan muhtelif münasebetler, vb. Ancak periyodik olarak insanların herşeyli bir sosyal profillerinin olduğu (Bkz: genişletilmiş ve özenle yazılmış bir Feysbuk profili), tek taraflı olarak videolarının izlenebildiği, o kişiyle birebir konuşulabildiği bir "bireysel sosyo-analiz simülasyonu" icat edilmedikçe insanları given olarak aptal görme hastalığının etkilerini en aza indirebilecek müthiş ilaç da bulunamayacak ve bu hastalık çaresiz olarak tıp literatürüne bir yerlerden girecektir.

Ancak ben yine şöyle düşünüyorum ki bu insanları "given" olarak aptal görme vakası kalıtsal veya uzun süreli bir hastalık olmayıp dönemsel bir sendromdur. Sendrom zaten "dönemsel" anlamını barındırıyorsa da özür dilerim. Yani, sayın okuyucu:
- Çevrende senden aptal birçok insan vardır, evet.
- Çevrende senden aptal gibi gözüken ancak senden aptal olmayan, senden aptal değilmiş gibi gözükmeye çalışmayan, ya da senden aptallığı göz ardı edilebilir boyutlarda olan birçok insan vardır, evet.
- Çevrendeki insanlara "aptal" derken yine henüz icat edilmemiş bir "insan prosesleme simülasyon cihazı" eksikliğini hissetmektesindir ve bu da sendromun yan etkilerini artırmaktadır, evet. Bu adını uydurduğum cihaz, tam anlamıyla insanları istenen dönemlerde alarak koşulları girilmiş bir başka insan hayatında yaşatma, analiz etme, raporlama fonksiyonlarına sahiptir. Toplumda sıkça kullanılan "doğuştan şanssız insanlar", "onun yerinde sen olsaydın...", vb karmaşık ve cevapsız görünümlü argümanlar da bu cihazın temel felsefesine ve üretilme gerekçesine destek olmaktadır.

İnsanlıkla ilgili kısa vadede ütopik görünen fikir ve öngörülerimi bir tarafa bırakalım, nasıl olsa başka bir yazıda yine karşımıza çıkacaklar. Sizden daha “aptal” olarak nitelendirdiğiniz ve size göre daha “başarılı” olduğunu düşündüğünüz insanlarla aynı muameleye maruz kalma ve aynı yollardan geçmenin etkilerini azaltma konusunda yapılabilecek tek şey ciddi bir motivasyon depolamasıdır. Bu ciddi motivasyon depolaması hem kendinizi bu koşul ve şartları kabul etmeme konusunda motive etmeyi, hem de çevrenizde "aptallığı" göz ardı edilebilecek boyuttaki kişileri (Bkz: dost, arkadaş, eleman, vb) motive ederek size uygulanan sosyal sürtünme kuvvetini azaltmayı içermektedir. Velakin, bu motivasyon kısmı o kadar zor bir şeydir ki, bir yandan tutarlı ve bilimsel (nicel veya nitel olabilir) amacı kaybetmemek, diğer yandan da çevrede dolaşan tehlikeli toplumsal gazları "kibrit çaksan yanacak" boyutta depolamamak gibi iki şeyi bir arada götürmeyi gerektirir (Örnek ekstrem vaka olarak Nihat Doğan'ın konuşmaları Youtube'dan izlenebilir).

Aynı yollardan geçmenize rağmen bazı insanların sizden daha "iyi" olması konusu çok subjektif bir yargı olmasına rağmen bir önceki paragrafla bağlantılı olarak açıklanabilir. Bunu da basitçe örneklersek, üniversite mezunu (bilimsel amaç konusunu ortalamanın üstü seviyesinde amaç ya da en azından mecburiyet olarak kabul etmiş) birinin bu sosyolojik değerlendirmeleri çok az umursayıp deposundan sızan toplumsal gazı çevresine yayması ile oluşan bir "başarılı siyasetçi" imajı diyebiliriz. "İyi" olarak kabul edeceğiniz şey bir "başarılı siyasetçi" değilse eğer, bir şekilde biriyle tesadüfen tanışmış birinin müzikal yeteneğini geliştirmesi, birkaç ortamda beğenilmesiyle ortamın genişliğinin artması ve sürecin bahsettiğim gazın verdiği etkiyle bilmemkaçbin kişiye konser veren bir müzisyene kadar gitmesi diyebiliriz.

Tanı: Eğer bu konuyu düşünerek dert edebilme ve enerjinizi bir şekilde bilimsel bir yargıya dayandırma (bilerek veya bilmeden) amacını göz önüne alırsak siz aptal değilsiniz. Diğer insanlar da "o kadar" aptal değil, ama sizi görme gibi bir zorunlulukları yok. Daha önce açıkladığım motivasyon geliştirme sürecine onları dahil ettiğiniz kadar aptal olmadıklarını göreceksiniz.

Üstsöz: Tüm bunlara hükmeden bir "enerji" kavramı var ki, bildiğimiz fiziksel enerji dışında var olan bu "sosyal enerji" kısmı hakkında ben de bir o kadar cahil hissediyorum kendimi. Cahil var olanı bilmeyen değil miydi ama? Birileri bunu çözmüş müdür? Şu an araştıracak motivasyonum yok. Ne zaman oldu ki?