Monday, August 23, 2010

Mükemmel Şarkı

Şarkılardaki samimiyet, şarkının hangi duygularla yazıldığına, şarkının nasıl algılandığına ve hissettirmeyi tercih edeceği şeylerle hissettirdikleri arasındaki karmaşık uyuma bağlı. Bu genellemeye göre herkesin en azından basit bir “iyi şarkı” tanımı olmalı. Ama bu hem karmaşık diye nitelendirip hem de adına uyum dediğimiz şey için ne kadar bilimsel çalışma yapılmış, bu yazıyı yazarken düşünmek istemiyorum. Hey, tamam, sadece şarkıdan bahsediyoruz ama biraz olsun “kulağıma hoş gelen” çerçevesinin dışına çıksak ya?


Sevgiliye yazıldığını zannedip uzun süre öyle dinlediğim bir şarkının aslında ölen anneye yazıldığını öğrenince daha çok sorgulamaya başladım bu durumu. Standardize edilmiş ritimler dışına çıkmayan 2000ler müziğine karşı muhalif bir duruş sergilemek gerek, değil mi?. “Duruş” kısmında fiilen bulunamasam da bu tespiti yapmaya çalışmam gerekli. Hem yeni, hem orta, hem de eski nesildeki müthiş bir eski şarkıları karıştırmaca hevesi sanki bir hafta beklemiş ve ilk yapıldığında olmamış bir tatlının üzerine şerbet dökmeye benziyor. 20 yaş ile 70 yaş arasındaki şarkı icracısı değerli insanlarımızda 30-40 yıla varan geçmişi olan şarkılara “ıp-tıs” ve “cık-tıs” ağırlıklı ritimler ekleme ve muhtelif ellerin havada olduğu mekanlarda yer bulmak için “aranjör” isimli modern kişiliklerle çalışma oranı arttı mı yoksa bana mı öyle geliyor? 70ler, 80ler ve 90lara yönelik çeşitli aktiviteler bir düzeye kadar kabul edilebilirdi belki, ama bu ritimsel standardizasyon durumu nedense beni biraz sağdan ve soldan dürtmeye başladı. Rock festivallerine çıkan genç gruplardan başlayın, orta sınıf Türk filmlerinden şarkıcılığa transfer olanlardan tutun, 30 senedir aynı şarkıyı söyleyenlerle bitirin. En büyük korkum da, benim yanlış anladığım o şarkının çok ötesinde, yapılması muhtemel bir “bu şarkıyı dinleyenin allah belasını versin” sözlü bir şarkının yanlış anlaşılması veya anlaşılmaması sonucunda doğması muhtemel bir toplumsal facia. “Ay ben onu öyle anlamadım ki?” diyen insanlara da pek rastlayamayabiliriz üstelik, çünkü günün şartları şarkıların içinin pek kurcalanmadan öyle idare edilmesini gerektiriyor. Mustafa Sandal zamanında şarkının sonuna biraz hava katıp “şöförü de var” yerine “..förü de var” dediğinde ortalığı ayağa kaldıran medya insanları da yoklar artık, ya da liberalleştiler galiba.


Hazır siyasete girer gibi yapmışken, verilmesi gereken o örneği vermeden olmayacak. Moskva Nehri’ni takip ediyorsunuz. Gorky Park’a iniyorsunuz. Değişim rüzgarı kulaklarınızda...Ne güzel akıyor değil mi? “Wind of Change” aslında sözleri çok karmaşık olmayan, büyük ihtimalle de hissettirmeyi tercih edeceği şeyleri büyük oranda hissettirmiş bir şarkı. Peki ya Berlin Filarmoni Orkestrası ile çalınmış versiyonu? Yerle bir olmuş bir Moskova’ya, manidar bir şelilde başka bir yerin değil de Berlin’in o meşhur virtüözleri ile bir saygı duruşu ve evrensel bir özür? Geçmişin kötü izlerinin sadece geleceğin çocuklarına rüyaları için tarihi bir ortam oluşturduğu düşüncesinin rock ve klasik müziklerin enfes uyumu ile anlatımı? Tam bu noktada Türkçe bir yaz şarkısının sözlerinin en başta belirttiğim ve şu an oluşmaya başlayan “samimiyet” duygusuna nasıl bir etki yapacağının dayanılmaz kabusu?


Bir şarkıyı dinlerken nasıl bir ortamda yazıldığı, “aranjör” kişinin nasıl duygu (?) ve düşünsel tasarımlarla şarkıyı söyleyecek kişiye o şarkıyı “aranje” ettiği, söyleyen kişinin şarkının sözlerinin yazılı olduğu kağıdı ve “aranje” edilmiş versiyonunun olduğu CD’yi eline alışı, bir stüdyoda söylerkenki duruşu ve bakışları, şarkı aralarındaki tavırları ve daha aklınıza gelebilecek birçok kriteri düşünebiliyorum. Ama hiçbir zaman tamamını düşünemeyeceğimden bazen “iyi şarkı” nitelemelerinde çabuk karar verebiliyorum. Burada mükemmeli açıklamaya çalışıyorum; kafamdaki mükemmeli. Nasıl öyle olabileceğim konusunda da en fazla ipuçlarını. Eğer mükemmel olduğumu düşünseydim, bunları yazmazdım. Değil mi?

Not: Müzik açısından mükemmel olmadığımı şu bağlantıdan kanıtlayabilirsiniz kendinizce: www.last.fm/user/gencer.

No comments: